top of page

ELÇİ

Güncelleme tarihi: 1 Eyl

Bir kadının ruhunun derinliklerinden yankılanan, sessiz ama güçlü bir yükselişin hikâyesidir. O, kaderini kendi elleriyle ilmek ilmek örerken, her bir ilmeğe inancını, zekâsını ve sarsılmaz azmini kattı.

Elçi sadece bir unvanın değil, bir kadının kendi ışığını keşfedişinin ve onu tüm dünyaya yayışının görkemli destanıdır.

Kimseye yaslanmadan, kendi doğrularının peşinden koştu, her düşüşünde daha da sağlamlaştı ve her kalkışında göğüne bir yıldız daha ekledi. Ve şimdi, o yıldızlardan biri, kuzeyin masalsı ışıklarına, buzun ve berraklığın ülkesi İsveç'e doğru süzülüyor. Bir büyükelçi olarak, sadece bir ülkeyi değil, bir kadının sınırsız potansiyelini, sarsılmaz azmini ve zarif zekâsını temsil edecek.

Elçi'nin büyülü dünyasına adım atmaya ve bir kadının kendi zirvesine nasıl tırmandığına tanık olmaya hazır mısınız?


 

“I”

“İstanbul'un kadife rüzgârında yoğrulan ruhuyla, Boğaz'ın masmavi kollarında yeşeren bir kaderin ilk adımıydı bu. Zira bazı başarılar, kaleme değil, adanmış bir yüreğe yazılır."



İstanbul... Adı Bedri Rahmi'nin dizelerinde yankılanan, yarısı gümüş, yarısı köpük, masalsı bir şehir. Önümde boylu boyunca uzanan masmavi sulara dalmışken, Boğaz'ın insana huzur veren, dinlendiren o eşsiz manzarasına bırakmıştım kendimi. Sanki zaman durmuş, dünya dönmeyi bırakmış gibiydi. Ama tam da o an, elimin üzerindeki kitaba takıldı gözüm ve yüzüm buruştu. Ah, oysa ne kadar da güzeldi az önce her şey...

Evet, evet! Ben de bir KPSS mağduruyum. Ben Gökçen Almila Akşir. Boğaziçi Üniversitesi'nden Tarih Bölümü'nü birincilikle bitirmiş, üzerine bir de Uluslararası İlişkiler çift ana dal yapmış, dilin ve bilginin sınırlarını zorlayan bir Gökçen'im ben. Başarıdan başarıya koşan, azmiyle her engeli aşan bir Almila'yım. Ve bir Gökçen Almila, asla mütevazı değildir. Bunlar boru değil arkadaşlar; alın teriyle kazanılmış başarılar, gurur duymayayım da ne yapayım?

‘Bu kadar başarıya kapılar açılmadı mı?’ diye soruyorsanız, elbette açıldı. Çoğu özel sektördü, ama benim gönlüm devletten yanaydı. Özellikle istediğim yere, Türkiye Büyük Millet Meclisi Arşivi'ne girebilmek için bu KPSS'yi geçmem ve ardından kurum sınavlarını kazanmam gerekiyordu. ‘Bunca başarı bunun için mi?’ demeyin. Ayrıca buraya girmek de herkesin harcı değildi zaten. Elbette biliyordum ki, burada uzun soluklu bir çalışma hayatım olamazdı. Belli bir süreliğineydi her şey. Ama buna rağmen istiyordum. O süre dolduktan sonrasını o zaman düşünmek istiyordum.

Bu arada ailemi de size tanıtmış oldum bir çırpıda.

Sevgili Babam, Aybar Akşir. Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nda Orgeneral olup şu anki yönetim yeri Genel Kurmay Başkanlığı'dır. Mesleği gereği yapısı serttir, adının anlamı gibi heybetlidir ama bir o kadar da askerlerine karşı babacan tavırları varken, bizim için, ailesi için de her şeyi göze alan bir kahramandı. O sadece benim değil, bir ülkenin kahramanıydı.

Canım annem, Gökşen Akşir. Anadolu insanı olan ailenin cerrah kızıydı. Genel Cerrahi. Annem kanatsız bir melekti adeta. Ailesinin gururu olmuş, başarıdan başarıya adımlar atmış. Mesleğinden emekli olmuştu ama annem oturmaya alışkın olmayınca sağlık derneklerine falan katılıyordu. Hatta arada babamın meslektaşlarının hanımlarıyla Şehit, Gazi derneklerine de gidiyor, elinden gelen yardımları yapıyordu. Birçok sağlık programına katılıyordu. Bugüne bugün adını duyuran bir cerrahtı annem. Babamla tanışmaları ise bana göre trajikomik bir hikâyeydi.

Ve benden dört yıl önce Dünya'ya gelmiş, şu an otuzuna merdiven dayamış, yirmi sekiz yaşında olan biricik abim vardı. Baybars Akşir. İstanbul Valisi olan Baybars. Biz şu anki bulunduğumuz yerleri ve bunca başarıyı kendi emek terlerimizle elde etmiştik. Onca bağlantımıza rağmen torpil denen şeyi kullanmamış ve bir kere bile el sürmemiştik. Ne abim ne de ben sevmezdik zaten. Kendi terin olmadan elde edilen şey emek olamazdı bizim için.

Karşımdaki eşsiz manzarayı izlerken önümde sallanan el ile aklım çıktı. Dalmışım ne güzel... "Dünyadan Mila'ya, Dünyadan Mila'ya!" Bu ses tabii ki abime aitti. Kafamı kaldırıp uzun boylu deve baktım. "Bu boy, bu pos nereden geliyor yiğidim?" dediğimde inci gibi dizilmiş bembeyaz dişlerini gösterirken önüne düşen buklelerini geriye attı. "Aybar Akşir'den." güldüm. Ne zaman onu övsek, öne hep babamı sürerdi. Ben baba aşığı bir kızdım, abim ise babama hayrandı. Küçüklüğünden itibaren her şeyde babamı örnek alırdı.

"Hayırdır, hangi rüzgâr attı seni buraya Vali Bey?" ayakta dikilmeye devam ederken, "Bir kardeş rüzgârı," devam etti. "Toparlan da gidelim eve." "Arabamla gelmiştim ben," diye söylendiğimde, "Ahmet beni eve bırakıp arabayla kendi evine geçecekti, o şimdi geçer biz de senin arabayla gideriz," dedi. Kafamı salladım olumlu anlamda. Ahmet abi, abimin özel şoförüydü.

Eşyalarımı toparlayıp ayaklandım. Abimin arabasının yanına geldiğimde abim Ahmet abiyle konuştu. Ahmet abi, abimi onaylayıp önce bizim gitmemizi bekledi. Arabamın anahtarını abime atıp yolcu koltuğuna geçtim. Abim de arabaya binip evin yolunu tuttu.

"Nasıl gidiyor sınava hazırlık?" dudaklarımı büzdüm. Herkesin yanında dimdik, korkusuz duran Gökçen, ailesinin yanında tam bir kız çocuğu oluyordu. Kaç yaşımda olursam olayım istisnasız böyleydi. "İyi gidiyor gibi. İnşaAllah yapacağım." Abim bana kısa bir bakış atıp gülümsedi. "Abisinin Mila'sı istediği her şeyi başarır." Gülümsedim, minnetle. En büyük şansım ailemdi benim. Hep bana inanan, her düşüncemin arkasında duran, "Gökçen Almila istiyorsa yapar" diyen koca yürekli ailem.

"Senin işler nasıl Vali Bey?" "Nasıl olsun kardeşim, devlet işleri işte." güldüm. Omzuna vurduğumda o da güldü. Babamdan rol çalıyordu. Babama da kim işini sorsa, "devlet işi" cevabını mutlaka verir ve konuyu hemen kapatırdı. İşiyle, mesleğiyle ilgili sır vermezdi. "Öyle olsun," dedim ben de. Güldü. "Bugüne bugün devletin valisiyim kızım ben." Sırıttım. Çok istemiş, başarmıştı da. Övünmek biz Akşir çocuklarında gelenekti.

Evin önüne abim arabayı park etmişti. Aşağıya indim. İstanbul'un bir mahallesinde yaşıyorduk. Bu mahallede evler rengârenkti. Sıralı dizili evlerin arasından tozpembe tonlarına sahip olan ev bizimdi. Zemin katı saymazsak iki katlı olup çatı katıyla birlikte üç katlı olan bir evdi. Anahtarı çantamdan çıkarıp kapıyı açtım. Önce ben, ardımdan abim içeri girdi. Ayakkabılarımızı çıkarıp vestiyerden terliklerimizi alıp giyindik. Annem mutfaktan, önünde ona ait olan önlüğüyle çıkagelmişti. "Hoş geldiniz yavrularım." Abim annemin yanağına sulu bir öpücük bırakıp dış kapının hemen karşısında kalan merdivenlerden hızla çıktı. Arkasından bağırmayı ihmal etmedim. "İğrençsin Baybars!" Sesimi duyup cevap vermesi bir oldu. "Abi, Mila! Abi!" O görmese de omuzlarımı silktim. Annem onun sulu öpücüklerine ses çıkarmazdı fakat aynısını bana yapmaya cesareti yoktu. Ben sevmezdim öyle sulu şeyleri ve bir kere yaptığında ona nasıl kök söktürdüğümü tecrübe edince bir daha yapmaya tövbe etmişti.

Annem güldü. "Biriniz yirmi sekiz, biriniz yirmi dört oldu ama hala çocuk gibisiniz," dediğinde yanına adımlayıp onu kollarımın arasına aldım. "O koca dev, tam bir çocuk anne. Dışarıdaki insanlara 'Sizin valiniz tam bir çocuk' desem kim inanır ama işte gerçekler tam olarak bu evin içinde." Onu bırakmadığım için hafif sayılacak şekilde omzuma vurdu. "Seni deli!" Gülerek ayrıldım Gökşen Sultan'dan. "Ben de bir üzerimi değiştirip geleyim." Saçlarıma öpücük kondurup mutfağa geri döndü. Ben de merdivenin yolunu tuttum. Zemin katta; mutfak, bayağı büyük sayılacak bir salon, oturma odası, banyo ve lavabo vardı. Birinci katta, iki tane misafir odası, bir banyo, bir lavabo, iki tane çalışma odası, çalışma odalarından biri babamındı diğerini de abim ile ben kullanıyorduk. Ve abim ile birlikte bir odayı sinema odasına çevirdiğimiz oda bulunmaktaydı. İkinci katta, annemlerin yatak odası, abimin odası, lavabo, banyo ve bir odaya yaptığımız kütüphane vardı. Çatı katında ise sadece bir oda mevcuttu ve o oda benimdi. Odamın içinde banyom vardı, ayrıca çok büyük sayılmayan balkonum vardı. Bir mahalle arasında bulunan çok tatlı bir evdi. Odama geçerek, evde rahat edebileceğim lacivert eşofman takımımı çıkarıp yatağımın üzerine attım. Gerekli iç çamaşırlarımı da çıkarıp yatağımın üzerine koyup banyo yolunu tuttum.

Gökşen Sultan'ın döktürdüğü yemekleri yedikten sonra annemi mutfağa sokmamıştım. Abim sofrayı kaldırmış, ben de mutfağı toparlamış ardından çayı demlemiştim. Demlenen çayı bardaklara döküp birkaç atıştırmalığı da tabaklara koyup elimdeki tepsiyle içeri geçtim. Abim ile annem sohbet ediyorlardı. "Çaylarınız geldi," dedim 'i' harfini uzatarak. Tepsiyi ortada duran sehpaya bıraktım. Annem ile abim ikili koltukta yan yana oturuyorlardı. Ben de yere çöküp sehpayı bize doğru yaklaştırdım. Çaylarını uzattım onlara. "E ne karıştırıyordunuz anne-oğul?" Abim, ayağıyla hafifçe bana vurarak, "Senin üveyliğini konuşuyorduk," dediğinde dil çıkardım ona. "Abin var karşında Mila," diye sitem edince daha çok sırıttım. Siteminin sahte olduğunu buradaki herkes çok iyi biliyordu. Bizi, yüzündeki tebessümüyle izleyen anneme döndü bakışlarım. "Sultanım, babam gelecek mi bu gece?" Annem, yüzündeki tebessümünü bozmadan "Yok kızım, bu gece gelmeyeceğini, işleri olduğunu söyledi," dedi. Abim sıkıntılı bir nefes verince bakışlarımız ona döndü. "Hayırdır paşam?" dedi annem. Şu sıralar ülke gündemini takip ettiğim kadarıyla durumlar iç açıcı değildi fakat bu dağın görünen kısmıydı. Asıl gerçekler görünmeyen kısımlardaydı ve bunu devletin içinde olan abim ve babam daha iyi biliyordu. "Bu aralar durumlar sıkıntılı annem. Dualarını eksik etme," dediğinde annem elini abimin elinin üzerine koydu. "Duam ülkemle, sizinle, bu vatan için didinen tüm çocuklarımızla olacak oğlum." Abim elinin üzerinde duran annemin elinin üzerini öptü.

Araya girerek, elimi salladım. "Ben de buradayım." "Aman araya girmesen olmaz," diyen abime, "Olmaz tabii," cevabını verdim. Ortamda oluşan atmosferi değiştirmek amacıyla anneme, "Anne, babamla tanışma anınızı anlatsana," dedim. Annem güldü. "Kaç defa anlattım ya deli kız," omuzlarımı silktim. "Sizin trajikomik olayınız beni güldürüyor." Abim kafama vurdu. "Neresi trajikomik?" Ben kafamı tutarken devam etti. "Babam vurulmuş kızım neresi trajikomik?" Ben de bacağına vurdum. "Birincisi Vali Bey, olaylar herkese farklı hissettirebilir. İkincisi 'trajikomik'in anlamı ne biliyor musun ki konuşuyorsun sen?" dedim ve onun konuşmasına fırsat tanımadan devam ettim. "Drama ve komik bir arada olunca deniliyor," dediğimde gözlerini devirdi. "Cahil değilim Mila," dedi. Omuzlarımı silktim.

"Anne anlat sen de ya," diye söylenince annem sessizliğini bozarak anıların içine daldı. "O zamanlar gençtik daha. Ne baban orgeneraldi ne de ben cerrah." Duvarda asılı olan resimlerde gezdirdi gözlerini. "Nöbet sıramı savmış, üzerimi değiştirmiş, önlüğümü falan çıkarmıştım. Hastaneden çıkmak üzereyken sedyede bir asker yatıyordu. Onunla birlikte gelen birkaç asker daha vardı. 'Doktor çağırın!' diye bağırıyorlardı. O an onlara en yakın bendim. Çantamı danışmaya bırakıp hızla yanlarına vardım. Yarasını kontrol ettim. Durumu ağır sayılırdı. Tabii babanızın bilinci yerli yerindeydi." Güldü. "O bayık bakışları arasında şöyle bir bana baktı. 'Bu ufak kız mı müdahale edecek, bana doktor getirin,' deyip durdu. E ben de o zamanlar minyon, çıtı pıtı bir şeydim." Abim annemin omzuna vurarak, "Sen hep öylesin güzelim," dedi. Annem gülerek, "Hadi oradan eşek seni," dediğinde "Valla kız," dedi. Annem abime daha fazla cevap vermeden devam etti. "Ben daha konuşamadan yanındaki asker, 'Hadi bacım bir doktor bul gel,' deyince bende şalterler attı. 'Bana bakın, benim yeminimi bozdurmayın, müsaade edin işimi yapayım,' deyince babanız 'Ne, doktor musun sen?' dedi. Hala hayret ettiğim bir konu, o yarasına rağmen ne çok konuşmuştu. Yarası bir de ağır olmasına rağmen." Abim güldü. "Aybar farkı." Güldüm. Haklıydı. Babam hafif, ağır demeden yaralarını mesele etmez, bir kez bile 'uf' demez, ayrıca çok sağlıklıymış gibi yaşantısına devam ederdi.

"Tabii ben iyice delirdim ya, elimi yarasına koyup bastırdım. 'Ne yapıyorsun kadın?' demişti. 'Susarsan işimi,' dedim ve sedyeyle acil müdahale yerine almıştık. Oradan ameliyathaneye." Duraksayınca ben konuştum. "Ufak bir şeyi atladın galiba sultanım," deyince gözlerini kaçırdı. "Babanız da uslu duraydı," cevabını verdi. İlk müdahale odasına aldıklarında babam konuşmaya, doğrusu annemi sinir etmeye devam edince annem de ağrı kesici iğnenin içine bir ilaç daha katıp babamı sersemletmiş, sersemleşen babam da hâliyle konuşmayı bırakmış. Bu durumu babam bilmesine rağmen her zaman 'ben ilaçtan değil, annemizin güzelliğinden sersemleştim' derdi ama ilacı bizzat katan annem olunca bu numarayı yemezdi.

"Öyle işte ya, sonra iyi oldu beyefendi, bu sefer de sık sık hastane ziyaretine başladı. Neymiş efendim, hatasını affetmem lazımmış. 'Seni görmek için geliyorum' demezdi de." Bu sözlerine hepimiz güldük. Abime sataşmak için dizine dokundum. "Baybars efendi, otuzuna merdiven dayadın, ne zaman everiyoruz seni?" dediğimde, homurdandı. "Geldi babaannem kılıklı," dedi. Babaannem de ne zaman abimle karşı karşıya gelse bu cümleyi kurardı. Hatta "evlendiriyoruz" yerine "everiyoruz" derdi. Hatta babaannem daha çok abime sinir edecek o cümleyi de eklerdi: 'Önce sen evlen ki kardeşinin de önü açılsın.' Tabii buna abim bir tık (!) sinir olur ve "Evlenmeyeceğim ben!" diye sitem ederdi.

"Evlenmeyeceğim Mila Hanım! Ben evlenmedikçe sana da yok evlenmek!" Burun kıvırdım. "Evlenmek isteyen kim?" Annem ikimize de kızarak, "Düzgün konuşun, dua niyetine geçer!" dedi ardından ayaklanıp devam etti. "Kalkın yatın artık." Bardağını alarak çıktı odadan. Abim ile göz göze gelip bastık kahkahayı. "Uykusu geldi Gülşen Sultan'ın," dediğinde kahkahamı bastırmaya çalışarak, "Kaç yaşına geldik ama annemin 'yatın artık' uyarıları hala devam etmekte," dedim. "Ve evlensek dahi bu uyarı hep devam edecek inan ki." Bardağını tepsiye bırakıp, tepsiyi de eline alarak ayaklandı. Ben de oturduğum yerden kalkıp bardağımı tepsiye koyup, abimin omzuna vurdum. "Ellerinden öper paşam." Hızla odadan çıkıp merdivenleri tırmandım. Arkamdan "Hiç yapmadığımız iş sanki" diye söyleniyordu. Odama geçerek kendimi önce yatağa sonra uykuya teslim ettim.

 

"II"

“Zira en büyük sığınak, sevgiyle örülmüş bir yuvadır.”


Güne çok erken başlamış, günün yarısını yorucu bir şekilde geride bırakmıştım. Sabahın ilk ışıklarıyla çalan alarmın sesiyle uyanıp, sabah sporumu yaptım. Eve dönüp hızlı bir duş aldıktan sonra, yolumun üzerindeki pastaneden aldığım tereyağlı simit ve ayranla, manzaralı bir köşeye sığınmıştım. Hızla geçen kahvaltının ardından bir süre ders çalıştım. Öğlenin kavurucu sıcağı bastırınca, İstanbul Valiliği'ne, abimi ziyarete gittim.

Şimdi, toplantıda olan abimi bekliyordum. Bu aralar onlar için fazlasıyla yoğun geçiyordu. Fatih'teki Valilik binasının camından görünen sokakları izledim. İnsanlar bir telaş içinde koşturuyorlardı. Can sıkıntısıyla abimin masasının üzerindeki notları incelerken, gözüme bir not takıldı:

📌10 Ağustos 2023 Gümüşdere - Sarıyer köyü ziyaret.

Gülümsedim. Vali Bey'in peşine takılsam ne olurdu sanki?

Ben abimin notları arasında kaybolmuşken, odanın kapısı açıldı ve beklediğim kişi içeri girdi. "Abisinin Mila'sı mı gelmiş?" Sırıttım. "Çok özledin beni, biliyorum." Yanıma gelip kollarının arasına aldı ve saçıma bir öpücük kondurdu. "Tabii özlerim, abiyim ben abi!" Kahkaha attım. Abim ve söylentileri...

Kollarının arasından çıkıp masanın önündeki deri koltuklardan birine oturdum. Abim de kendi masasına geçti. "Bir şeyler içer misin güzelim?" Kafamı iki yana salladım. "Yok, seni beklerken fazlasıyla içtim." Abim kafasını salladı. "Abi," dediğim sırada odanın kapısı çalındı ve içeri girildi. Abimin sekreteri, elindeki evrakları getirerek abimin masasının üzerine bıraktı. "İstediğiniz belgeler efendim." Abim olumlu anlamda kafasını sallayıp önündeki belgeleri incelerken, "Tamam, sen çıkabilirsin," dedi. Kız kafasını sallayıp odadan çıktı. Kafasını belgelerden kaldırmadan, "Sen ne diyordun güzelim?" deyince, "Bir gün sonra Sarıyer'e gidecekmişsin," dedim. Belgelerden kafasını kaldırıp onayladı. "Evet, bir ziyarette bulunalım dedik. Halkla da iç içe olmak gerekiyor." Onayladım ve konuşmayı devraldım. "Ben de diyorum ki, seninle mi gelsem?"

Güldü. "Sabahtan beri derdinin bu olduğunu tahmin etmediğimi mi sanıyorsun?" Dudaklarımı büzdüm. "Aşk olsun abi! Madem biliyorsun, cevap versene." Omuzlarını silkti. "Senden duymak istedim." "E, geleyim mi?" "Tamam, abiciğim, bakalım inşallah." Kafamı olumlu anlamda salladım. O tekrar belgelere dönünce aklımdaki soruyu sordum. "Abi, gündem tahmin ettiğimizden daha mı sıkıntılı?" Belgeden kafasını kaldırıp benimle göz göze geldi. "Çok sıkıntılı demeyelim ama sen de en az benim kadar biliyorsun ki bizde durumlar hiç bitmez."

Evet, bitmezdi. Mazlumun yanında olduğunuz sürece dertler, sıkıntılar hep sizi bulurdu. Bu tarih boyunca böyleydi. Fakat bilmedikleri bir şey vardı, biz derde de sıkıntıya da alışmıştık. Bir sorun oldu diye mazlumun yanında durmayacak değildik. "Öyle abiciğim. Neyse, sana kolay gelsin. Ben eve geçiyorum." Masasından ayaklanıp yanıma geldi ve sıkıca sarıldı. "Dikkatli git. Gülşen Sultan'ı da öp benim yerime." "Tamam abim."

Abimle vedalaşarak Valilikten ayrıldım.

 

🐞😼

Karanlık, meçhul bir rüzgarla çalkalanan, sonsuz bir salonun ortasındaydım. Ne tavanı vardı ne de duvarları; her yanım, griye çalan, hışırtılı bir sisle çevriliydi. Salonun merkezinde, üzerinde onlarca boş koltuğun bulunduğu, parlak ve soğuk bir masa duruyordu. Masanın etrafında yankılanan sesler, yabancı dillerde bir kakofoniydi; ne anlıyor ne de duyabiliyordum, sanki bir fısıltı yumağına hapsolmuştum. Bu kalabalığın içinde, kendimi minicik, görünmez hissediyordum.

Derken, sisin içinden bir fısıltı yükseldi. Adeta ruhumun ta derininden gelen bir yankıydı bu. "Gökçen!" Adımı duyunca, bir mıknatıs gibi çekildim o sese. Salonun kenarında, kimsenin fark etmediği, taştan oyulmuş, sarmal bir merdiven belirdi. Adım adım, bu merdivenden yukarı tırmandım. Her basamakta, ayaklarımın altındaki zemin daha sağlamlaşıyor, kalbim daha hızlı atıyordu.

Nihayet, merdivenin sonunda, salonu kuş bakışı gören yüksek bir balkona ulaştım. Buradan bakınca, aşağıdaki manzara bambaşkaydı. O kargaşa dolu sesler, yerini ahenkli bir orkestraya bırakmıştı. O soğuk ve boş masa, şimdi gücün ve otoritenin simgesi gibi görünüyordu. Kendimi ait hissettiğim yerin burası olduğunu anladım.

Aniden, salonun camlarına sert bir yağmur ve fırtına vurmaya başladı. Şiddetli rüzgar, pencereleri zorluyor, camın ortasında incecik, örümcek ağı gibi bir çatlak beliriyordu. Balkonumdan, fırtınanın ortasında parıldayan, kırılgan ve buzdan yapılmış bir köprüyü gördüm. Bu köprü, beni daha yüksekte duran, adeta bir zirveye kurulu tahtı andıran bir platforma bağlıyordu. Gözlerim, bu köprüyü geçmem gerektiğini fısıldıyordu.

Ter içinde, o buzdan köprüye ilk adımımı attım. Ancak köprünün ilk adımıyla birlikte ayaklarım kaydı, dengemi kaybetmek üzereydim. Tam o an, sıcak ve güçlü bir el, benimkini kavradı. Başımı çevirip baktığımda, yüzü belirsiz, lakin varlığı tüm fırtınaya meydan okuyan, heybetli bir gölge duruyordu yanımda. Bir kelime etmiyordu ama eli, en güçlü sığınak gibiydi. Bu sessiz varlığıyla bana, hiçbir fırtınanın beni tek başıma deviremeyeceğini anlatıyordu.

Birlikte o kırılgan köprüyü geçtik. Zirveye ulaştığımızda, fırtına dinmiş, gökyüzü açılmıştı. Önümüzde, bir uçurumun kenarında, küçücük, ama kökleri toprağın en derinine işlemiş, tek başına duran bir ağaç vardı. Rüzgâra meydan okuyarak, dimdik ayakta duruyordu. Tam o sırada masmavi, ışık saçan bir kelebek gelip ağacın dalına kondu. Bedenimde tarifsiz bir huzur hissediyordum.

 

Gözlerimi araladığımda yanı başımda duran dijital saate takıldı gözüm. 16.09. Gördüğüm bir rüyayken sanki bizzat yaşanmış hissi verdirtti bana. Terden alnıma yapışan saçlarımı geri itekledim ve yataktan kalktım. Abimin yanından çıkıp eve geldiğimde biraz anneme yardımcı olmuştum. Teyzemin bize geleceğini söylemiş, birkaç atıştırmalık yapmasında yardımcı olmuştum. Ardından erken kalkmanın yorgunluğuyla da uyuyup kalmıştım.

Banyonun yolunu tutup hızla bir duş alıp çıktım. Aşağıdan sesler geliyordu. Teyzem gelmiş olsa gerek. Üzerime gri eşofman altımı ve lacivert, dirseğimde biten kısa kollumu giydim. Saçlarımı tarayıp dağınık topuz yapıp kapının yanında duran yaz terliğimi ayağıma geçirip telefonumu da yanıma alarak aşağıya indim. Salona geçtiğimde annem ve teyzemin ellerindeki pasta tabaklarıyla konuştukları konunun dibini gördüklerine emindim. "Merhabalar efendim," geldiğimi belli ederek konuştuğumda bakışları bana döndü. Teyzem, gözünü devirdi. "Uykucu şirine seni, teyzen gelmiş, sen uyuyorsun." Yanına varıp iki yanağına da öpücük kondurdum. "Öyle deme teyzoş ya, çok yorgundum." Bana yandan bakışlarını atarak, "İyi bari öyle diyorsan affedeyim," dedi. Sırıttım. Bu kadardı işte.

Orta sehpadaki boş bir tabağı alıp önümde duran yiyeceklerden istediklerimi tabağıma doldurdum. Özellikle sarma kırmızıçizgimdi. Bu sarma için abimle gece savaşları bile verdiğimiz olmuştu. Gece savaşları ne demeyin arkadaşlar. Bunu sadece sarma severler bilir. Anneniz gün içinde sarma sarmıştır, akşam yemeği niyetine yenmiş ama birazcık da artmıştır ve siz evdeki diğer kardeşleriniz yemeden onu yemek istersiniz. İşte buna gece savaşları deniliyor.

"Anlat bakalım Gökçen Hanım," diyen teyzeme boş bakışlar attım. "Ne anlatayım teyzoş. Aynı tas aynı hamam işte. Ders çalışıyoruz." Güldü. "Yeme beni, sen sadece ders çalışmıyorsundur. Su altından ne başarılar yürüttün sen." Dediğinde kahkaha attım. "Allah iyiliğini versin teyze. Başarılar su altından mı yürütülürmüş. Bana sorsaydınız ben de derdim size üniversiteyi birincilikle bitireceğimi. Ayrıca diğer başarılarım için de öyle.”

"Aman kız sen de!" Evet, diyecek bir şey bırakmamıştım. Olurdu böyle.

"Neyse ben size rüya anlatacağım, yorumlayın bakayım."

 "Hayır, olsun inşallah kızım," derken annem, "Ne gördün kız?" dedi teyzem de. Ağzımda iyice küçülen lokmayı yutup rüyamı anlattım. Son cümlelerimi de ilave ettim. "Nasıl rüya sizce?" Annem ile teyzem bakıştılar. Teyzem büyük olarak sözü devraldı. "Teyzem, rüyan güzel bence” Annemden aldığım renkli gözlerim onu buldu. "Sen ne diyorsun anne?" Gülümsedi. "Rüyan teyzenin de dediği gibi güzel anlamlara çıkıyor canımın içi. Rabbim yolunu, bahtını açık etsin inşallah. Hayır diyelim hayır olsun."

🐞😼

 

Akşamın belli bir saati olmuştu ama ortalıkta ne abim ne de babam vardı. Teyzem akşamüzeri gitmişti. Ne kadar yemeğe kalmasını, eniştemin de gelmesini söylesek de kabul etmemişti. Bir oğlu, bir kızı vardı ve ikisi de yurt dışındaydılar. Mesleklerini orada icra etmekteydiler. Babamın eve gelmediği gecelere alışmıştık ama abim için aynı şeyi söyleyemezdim. Babam evde olmasa bile abim hep yanı başımdaydı benim. Annem de doktor olduğu için bazı geceler acil vakalarından dolayı hastanede geçiriyordu. Bazen de nöbetleri oluyordu. Hatta bazı günler babamın da annemin de evde olmadığı zamanlar oluyordu. Abim ile ikimizin evde tek kaldığı zamanlar. Bakıcımız vardı ama yatılı kalmazdı. Annem de bizleri güvendiği komşusu Hacer teyzeye emanet ederdi. Abim benim için her şeydi. Korktuğum geceler, "Kahramanın yanında korkma," derdi. Güneş batıp gökyüzü kendini geceye bıraktığında babam rolünü üstlenir, kapı pencere kontrolü yapar, evin güvenliğini sağlardı. Acıktığımda annemin rolünü alır, kolayına ne giderse yapıp önüme koyardı. Babamın yokluğuna, hatta yeri geldiğinde annemin yokluğuna alışmıştım. Fakat ben abimin yokluğuna hiç alışmamıştım ki. Şimdi o, işlerinden dolayı ne zaman eve gelmese ben bir kötü oluyordum. Güvendiğim iki liman varken biri hep yanımda olmaz, diğeri bir an yanımdan ayrılmazdı. Belki de abim olduğu için babamı çok aramıyordum. Ama böyle zaman da iki limanım da yok olunca ben denizin ortasında gidecek bir limanı olmayan ve en çok da güvende olmayan bir gemi gibi hissediyordum.

Abim gecikeceğine dair mesaj atmıştı. Annemle birlikte yemeğimizi yemiş, çayımızı içmiştik. Pencerenin önünde bulunan iki tane sallanan koltuğa oturduk, önümüzdeki masaya da evde bulunan birkaç atıştırmalıkları koymuş hem sohbet edip hem de evimizin iki direğinin gelmesini bekliyorduk. "Anne," ona seslenmemle dışarıda olan bakışları bana döndü. "Söyle can içim." Kafamı yana eğdim, "Nasıl dayandın?" Bekledi. Devam ettim. "Babamın böyle eve geç gelmelerine, iki çocuk, mesleğin, hatta biz ne zaman hasta olsak veya okul işlerimiz olsa, hep tek başına idare ettin. Her şeyimizle tek başına uğraştın. Babam desen hep bir görevden bir göreve gidiyordu. Nerede, nasıl durumda olduğunu bile bilmiyordun. Yeri geliyor haber alamıyordun. Nasıl dayandın ki? Zor olmadı mı?"

Gülümsedi. "Dayanmak konusun da diyorsan buna dayanmak denmez kızım. Çünkü en büyük acı kayıptır. Sevdiğini, sevdiğin kişiyi en çokta evladını, canının canını kaybetmek çok büyük acıdır. Ben bu işin içinde olan biri olarak diyorum. En büyük acı kayıp. Neler gördüm ben. Kimlere o acılı haberi verdim. Evet, doğanın kanunuydu bu. Ama bunu yaşamak kadar söylemekte kolay değil." Derin bir nefes koyuverdi. "Ölüm haberini verdiklerimin içinde askerler de oldu. Ben o acıyı yaşamadım ama gördüm. Evet, yeri geliyordu kızıyordum babana. Bir haberi dahi çok görüyor diye. İyi olduğunun haberini yeri geliyor veremeyecek durumda oluyor, bunu da biliyorum ama işte insanız, yine de bekliyorsun. Sonra Rabbime hep dedim ki, iyi olsun Allah'ım, iyi olsun da varsın ben nerede olduğunu bilmeyeyim."

Gözlerindeki parıltıyla devam etti. "Zor muydu dedin ya, şu devirde evlatlarınla tek başına uğraşmak, yetiştirmek zor. Fakat bundan bir gram gocunmadım veya 'of zorlandım' demedim. Tam tersi bu zorluğu sizler çok güzel bir hale getirtmiştiniz. Evlat, bambaşka bir şey Almila. Rabbim abine de sana da bu duyguyu tatmayı nasip etsin inşallah. Çok ama çok güzel evlat."

Annemin durgun hallerini görünce konuyu değiştirdim. Bakmayın bana arkadaşlar, yaparım ben böyle şeyler. "Valla Gülşen Sultan, senin bu oğlanın evlenesi yok. E bu evlenmeden de ben evlenemiyorum. Bu gidişle sen torun sevmeyi, biz de evlat duygusunu tatmayı unutalım." Güldü. "Sanki görüştüğün var da abin evlense, evleneceksin." Bilmem, manasında dudaklarımı büzdüm. Annem ciddileşti. "Gökçen Almila yoksa görüştüğün mü var? Bana niye demiyorsun evladım?" "Aman anne, şakasına takıldık. Ne görüştüğüm olacak." Hülyalı hülyalı bakındım. "Yok ki şöyle bir yiğit, görüşeyim." Gözlerini devirdi. "Gelen talipleri daha görmeden hayır dersen, bulamazsın tabii bir yiğit." Aklıma gelenle güldüm. "Anne, önümde abim gibi faktör varken nasıl evet diyeyim. Gelen çocuk makine mühendisiymiş diyorsun; abim, 'makineliyle tarar seni, olmaz' diyor. Gelen çocuk asker diyorsun, 'gecesi gündüzü yok onun' der. Fizik öğretmeni var diyorsunuz, 'fizikler çatlak olur, ona kız emanet edilmez' diyor. Sen söyle nasıl tamam diyeyim." Durdu, düşündü. "Yani," demişti ki devam ettim. "Canım abim beni düşünüyor, ben de abi sözü dinliyorum," dememle koluma şaplak yemem bir oldu. "Benim de gönlüm yok de sen ona. Abin abuk sabuk bahane ediyor, sen de ona uyuyorsun." Güldüm. "Gülşen Hanım daha yeni, 'yani' diyordunuz, sanki." Eline aldığı çöp tabağı olan tabağı alıp ayaklandı. "Abin ile sen benim beyin fonksiyonlarımla oynuyorsunuz." Odadan çıkarken söylenmeye devam etti. "Anlamıyorum ki kimden aldığınız bu zekiliği bilmem."

Kahkaha attım. Gülşen Hanım övdü mü, sövdü mü bilmem. Ayaklarımı karnıma doğru çekip ellerimi birbirine sardım. Kafamı dizime yaslayıp gözlerimi perdesi açık olan pencereye çevirdim. Bomboş sokağı izledim. Karşı evin yanan ışıklarına baktım. Köşede yanan sokak lambası. Evin önünden geçip giden sokak kedisi. Telefonuma baktığımda saat 23.50'ydi.

Annem de mutfağa bir gitmiş gelememişti. Elime telefonumu alarak WhatsApp'a girip aile grubumuza girdim.

Famille İntelligente

Grubun adı, Fransızcaydı. Akıllı Aile anlamına geliyordu.

Gökçen Almila: evimizin direkleri takriben ne zaman gelirsiniz?

Anneciğim: Oğluşum yemek yedin mi? Geliyor musun? Isıtayım mı yemek sana?

Babacığım: Ben bugün gelemeyeceğim Elma yanaklım.

Almila ismimin anlamıydı, elma yanaklı küçük kız. Babam da yeri gelir bana böyle hitap ederdi. Ama ben özlemiştim babamı. Şu an küçük Gökçen Almila olup babasını bekleyip gelmeyeceğini öğrenen, yere çöküp 'ben babamı özledim, gelsin, azıcık öpeyim de geri gitsin' diyen o kız olmak istedim. Ama ben artık küçük Almila değildim ve babamın gelmeyişlerine alışmıştım.

O sıra kapıdan içeri giren annemle göz göze geldik. Evladının ciğerini bilen Gökşen Sultan anladı, içimden geçenleri. Yanıma geldi. Elimden tutup beni oturduğum yerden kaldırdı, üçlü fazlasıyla büyük olan koltuğa geçti. Önce kendi oturdu sonra beni yanına asıldı. Elini dizlerine vurdu. Kafamı annemin dizlerine koydum ve gözlerimi yumdum. Annem de konuşmadan ellerini saçlarıma daldırdı ve saçlarımla oynamaya başladı. Sessizlik içinde kaldık. Ne annem ne de ben konuştuk.

Telefonlarımıza bildirim geldiğini belli eden sesle telefonumun ekranını açarak baktım. Bildirim abimdendi.

Mon Héros: Daha gelmiyorum sultanım. İşlerim uzun, siz yatın beklemeyin. Karnım tok, yedim. Merak etme sen.

Mon Héros: Sizi seviyorum meleklerim.

Mon Héros: Kolay gelsin Akşir komutanım.

Babamdan geldi mesaj.

Babacığım: Eyvallah evlat, sana da kolay gelsin. Dikkat et kendine.

Mon Héros: Eyvallah reis. Ederim. Sen de dikkatli ol.

Anneciğim: İkiniz de Rabbime emanetsiniz. Kolay gelsin sizlere.

Gökçen Almila: Sizi seviyorum

Babacığım: Sağ ol hanım. Ben de sizi seviyorum, meleğim.

Abim gruba bir şey yazmayıp özelden mesaj atmıştı. Onu da Fransızca kayıt etmiştim. Benim Kahramanım, anlamına geliyordu.

Men Héros: Çirkin Ördek yavrusu.

Men Héros: Yine kendi kendine karalara bağlama, yat uyu.

Men Héros: Annem de yatsın, beklemeyin. Geleceğim. Birazcık işlerim uzadı sadece.

Men Héros: Mila, sana hep söz vermiştim, babamın evde olmadığı her dakika ben bir an yanından ayrılmayacağım diye, sözüm söz abisinin canı. İşlerim biter bitmez yanındayım. Hem bak bu sefer yalnız değiliz, annem nöbette değil, evde. Bende bir kaç saate yanında olacağım.

Men Héros: Kendi kendine şeylik yapma yoksa gelince canına okur hatta sulu sulu öperim.

Son mesajıyla yüzümde gülümseme oldu. Pislik herif ya. Tehdide bak.

Gökçen Almila: Ben çirkin ördek yavrusu değilim abi!

Aslında öyleyim.

Gökçen Almila: Ne karalara bağlayacağım be! Sadece uykum yok, uyumuyorum.

Acayip uykum var, abi.

Gökçen Almila: Yatacak tabii anneciğim benim. Seni mi bekleyecekti bir de.

Yalan!

Gökçen Almila: Biliyorum abim, sen verdiğin her sözü tutarsın. Yiğidim benim. Çalışta gel, ekmek getir eve.

Gökçen Almila sahnelerde.

Gökçen Almila: Kendi kendime şey yapmıyorum ve sulu sulu hadi bir öp! Neler olacağını en iyi sen bilirsin Vali Bey!

Mesajlarıma yanıt gelmemişti. Annemin dizinden kalktım. "Hadi Sultanım, yatalım. Bizimkileri beklersek o-ho." Annem kafasını salladı. "Kesinlikle yavrum. Hadi bakalım odalara." Önden annem ardından ben çıktım odadan. Yukarı çıktık. İlk annemlerin katına geldik, Gökşen Sultanı abim kadar olmasa da öpücüklere boğup odama çıktım. İkimiz de biliyorduk ki düzgün bir uyku uyuyamayacaktık. Odama çıktım, pijamalarımı giydim. Dişlerimi fırçalayıp gerekli bakımlarımı yaptım. Yatağıma yattım ama uzun sayılacak bir süre oyalanmama rağmen uyuyamadım. Tekrar ayaklanarak sessiz olmaya çalışarak aşağıya inip koltuğa çöktüm. Sosyal medyada dolaştım biraz. Kafamı koltuğun yastığına dayadım. Zaman geçtikçe göz kapaklarım da kapanmaya başlamıştı. Bir süreden sonra da kendimi tamamen karanlığa bıraktım. Bir ara üzerime ince bir örtünün örtüldüğünü hissettim. Yarım yamalak açtığım gözlerimle karşımda abimi gördüm. Gülümsedi. "Uyu abisinin canı," dediğini duydum. Sonrası tekrar karanlık.

"Hanım bunlar ne uykucu çıktı böyle?"  "Sorma Aybar'ım, iyice tembel oldu bunlar."   "Hatun ben bunlara oda yaptığımızı hatırlıyorum ama acaba yanlış mı hatırlıyorum?"   "Yok, kocam, sen doğru hatırlıyorsun da bunlar odaları mı var farkında bile değiller."   "Ah ah, tabii Aybar olmayınca evde. Bunlar disiplin nedir unutmuşlar." Sonra gülüşme sesleri doldu beynimin içine. Yavaştan bilincim iyice yerine gelince gözlerimi açtım. Hemen karşı koltukta yatan abim görüş açıma girdi. Beklerken uyuyup kalmıştım. Sadece bir ara abimi gördüğümü sonra tekrar uyuduğumu hatırlıyorum. Abim eşofman takımını giydiğine göre üzerini değiştirdikten sonra gelip yatmıştı karşı koltuğa. Yattığım yerden doğrulduğum sıra abim de gözlerini açmıştı. Elini kafasına götürdü. Başı ağrıyordu kesin onun. Ne zaman geç yatıp uykusunu almadan kalksa baş ağrısı çekerdi o. Ayaklandım. İşte o an odanın kapısından bizi izleyen annem ve babamla karşılaştım. Gülümsedim. Hızla babamın yanına gidip sarıldım. O da beni sıkıca güvenli kollarının altına alıp sarıldı. "Gelmişsin baba." Saçıma öpücük kondurdu. "Geldim elma yanaklım." Babamdan ayrıldım. "Kahvaltı hazır, haydin." Anneme kafamı sallayıp lavabonun yolunu tuttum. İhtiyaçlarımı halledip elimi yüzümü yıkayıp sofraya geçtim. Abim de kalkmış sofraya oturmuştu. Yüzümde mutluluktan gülümseme hâkimdi ve gün içinde de sürekli böyle dolaşacağımı adım kadar çok iyi biliyordum.

Sofraya oturmadan hemen önce abimin baş ağrılarına iyi gelen ağrı kesiciyi bulup önüne koydum ve sonra sofraya oturdum. Abim gülümseyerek, "Teşekkür ederim abisinin canı," dediğinde eksik olmayan gülümsememle karşılık verdim ona. Babam konuyu devralarak konuştu. "Neden odalarınızda yatmadınız siz?" Ben omuzlarını silktim. "Sizi beklerken uyuyup kalmışım." Abim gözlerini devirdi. "Evet, hem de üstü açık bir şekilde." Tekrar 'ne yapayım' manasında omuzlarımı silktim. Abim tekrardan konuştu. "Mila orada uyuyunca bende yukarı çıkıp odamda yatmak istemedim. Karşı koltuğa kıvrıldım işte." Annem ile babam birbirlerine bakıp gülüştüler. "Küçükken de böyle yapıyordunuz. Bizi beklerken karşılıklı koltuklarda uyuyup kalıyordunuz. Tek fark, koltuklar bu kadar uzak değil birbirlerine daha yakın hâlde," deyince annem bu sefer abim ile ben bakışmış, gülmüştük. "Abimin kasları sağ olsun. İki koltuğu yaklaştırır, öyle yatardık. Bazen de zorlanırdı, bana çekişiyordu. 'Mila yardım etsene kızım'," diyerek onu taklit ettim. Abim gülerek, "Sen de bir işin ucundan tutmazdın ki. Anca 'abi, abi' diye peşimde geziyordun," dedi. "O da bir marifet canım," dediğime hepsi gülmüştü. Gökçen Almila için çok bileydi.

Bakışlarımı hepsinde gezdirdim.

Akşam çökünce her evin ışığı yanardı fakat o ışıkları yanan evlerde ne yaşanıyor, kimse bilemezdi. Herkesin ocağı tüterdi ama o ocak nasıl tütüyordu bunu kimse bilemezdi. Hayat dediğimiz kavram tam olarak buydu. Yaşantılar vardı ama her bir yaşantıda bir şeyler gizliydi.

 

"III"

"Aile, bir milletin kalbidir. O kalp attıkça, damarlarında dolaşan kan, devlete can verir. Zira milletin kaderi, ailelerin yüreğinde yazılır."


"Türk tarihinin derinliklerinde kaybolmuş bir kelime, bir milletin kaderini yazıyordu. Zamanın tozlu sayfalarında yankılanan isimler, Herodot'un fısıltılarından Tevrat'ın satırlarına, Çin'in gizemli kaynaklarından Hint diyarlarının efsanelerine kadar uzanıyordu. Türk, bir coğrafyanın değil, bir ruhun adıydı."

Yanımda duran, sessize aldığım telefonumun alarm sesiyle, sürekli tekrar ettiğim, canım sıkıldıkça okuduğum paragraftan bakışlarımı çekip neden alarm kurduğuma baktım. Alarmım tam olarak şundan çalmıştı, 'abini ara'. Bunu yapan tabii ki de abimdi. Gıcıklık değil mi, aramayacaktım. Çünkü şu halk ile birlikte olmak için ayarladığı geziyi bugüne çekmişler ve sabahtan gitmişti. Bana ise tek kelime etmemişti. Gitmeden de telefonumu eline geçirerek alarm kurup gitmişti demek ki.

Ara vermişken telefonumu elime alıp sosyal medyada gezindim. Bugün evden çıkmamıştım. Sadece sabah sporu için çıkmış geri eve dönmüştüm. Derslerime de evde çalışmıştım. Evde bulunan kütüphaneye çıkarak bana ait olan raflardan bir kitabı alıp okumaya koyulmuştum. Bu kaçıncı okuyuşumdu bilmiyorum. Hem yeni kitaplar alarak onları okuyordum hem de önceki kitaplarımı tekrar okuyarak, altını çizdiğim yerleri neredeyse ezber yapıyordum.

Önüme devletin paylaştığı bir duyuru düştü. Babam sayesinde birçok kişiye de hâkimdim. Dışişleri Bakanlığı'nın ayarladığı Diplomatik Kariyer Hizmeti sınavı duyurusu vardı. Denemekten zarar çıkmazdı. Bu sınav, genel kültür, yabancı dil, siyasi, ekonomik ve hukuki konuları kapsıyordu. Geneline zaten hâkimdim. Başvuru daha devam ederken hızla siteye girip başvurumu yaptım. Sınav tarihine baktım. Yakındı. Zaten başvurunun da son günü bugünmüş. Allah'tan hemen görüp yapabilmiştim.

Kütüphane odasından çıkarak zemin kata indim. Annem salonda oturuyor, sağlıkla ilgili olan dergileri okuyordu. "Anne?" Dergiden kaldırdığı gözlerini bana çevirdi. "Efendim kızım?" Yanına oturdum. Daha yeni başvuru yaptığım sınavın duyurusunu gösterdim. "Ben bir şey yaptım." Elimden telefonu alarak inceledi. "Yaptın mı başvurunu?" Kafamı olumlu anlamda salladım. "Yaptım." Gülümsedi. "E, ne güzel bir şey yapmışsın kuzum." Gülümsedim. Böyle bir tepki vereceğini biliyordum. Sadece biraz onu endişelendirmek amacıyla öyle demiştim fakat kızını çok iyi tanıyan bir anneydi o. "Hakkında hayırlısı olsun canımın canı." "Âmin," dedim içtenlikle.

Babam, ömrünü devletine adamıştı. Abim, babamı örnek alarak devleti için ömrünü adamaya hazırdı. Annem, bu ülkenin doktoru olarak adını dört bir yana duyurmuş, bu ülkenin halkına hizmet etmişti. Ben böyle bir aileye sahipken az uz şeylerle yetinmemi kimseler bekleyemezdi. Bende bilgilerimle bu devlete hizmet etmeye hazırdım. Ülkem için yapamayacağım bir şey yoktu. Derin bir nefes verdim. Umarım hakkımda hayırlısı olurdu.

🐞😼

 

Günlerim şu son zamanlarda ev içinde geçmeye başlamıştı. İki sınava girecektim. Öncelik KPSS iken ardından Dışişleri Bakanlığı'nın sınavı idi. Zamanımı evde ders çalışarak, dil tekrarı yaparak ve kütüphanede okumalar yaparak geçiyordu. Abim o gün akşam gelirken sevdiğim meyveli pastayı alıp gelmişti ve uzun süre küs kalamayan biz ikili de hemen barışmıştık. O gün akşam abim de babam da eve geldiğinde onlara da bu sınavdan bahsetmiştim. İkisi de güzel duygular ile karşılamış, her zaman ki gibi destekçim olmuşlardı.

Güne her zaman ki gibi koşuyla başlamıştım. Gri eşofman takımını giymiş, saçlarımı atkuyruğu yapmış, telefonumun kılıfının arkasına kredi kartımı koymuş, Bluetooth kulaklığımı takmış koşuya çıkmıştım. Sahil kenarında koşumu yaparken sabahın erken saatlerinin serinliğiyle gözlerimi kısa bir süreliğine kapatmıştım ki kendimi önce sarsıntı yaşarken ardından birinin kolları arasında bulmam bir olmuştu. Gözlerim hızla açılmış, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Karşımda genç bir oğlan bulunuyordu ve yüzü, yüzüme fazlasıyla yakındı. Kendimi geri çektim ve yüzümdeki ciddiyetlik yerini korurken çıkıştım. "Önüne baksana ya!" Evet, klişe olan o replik benden de çıkmıştı fakat o anki şaşırmış bir duyguya sahipken, daha olan biteni çözememişken böyle bir tepki vermem gayet normaldi.

Karşımda ki çocuğa şöyle hızla bir göz gezdirdim. Sanki tanıdık geliyordu bu yüz bana ama nereden? Ya da insan insana benzerdi. Koyu kahve, siyaha çalan saçı, saçının kıvırcık tutamların alnına dökülmesi, siyah kaşlar, yeni tıraş olduğunu belli eden yüzü, ciddiyeti, kahve gözleri, siyah tişörtü, siyah eşofman altı ve siyah spor ayakkabıları ile yakıyordu ortalığı. "Pardon kardeşte gözleri kapalı olan ben değil sensin!" Kaşlarım yukarı kalktı. "Hah," Sinirle devam ettim. "Hadi benim gözlerim kapalı da görmedim. Peki ya sen kardeş?" Bakışlarını denize çevirdi, kısık sesle 'sabır' çekti. Asıl bana sabırdı bir kere.

Derin bir nefes verip denizde olan kahve bakışları bana döndü. "O sıra telefonda acil bir işim vardı. Sizi fark etmedim. Kusura bakmayın," dediğinde daha çok şaşırdım. İlk önce çıkışıp sonradan böyle bir şey demesi beklenmedikti. Ben kavga uzar diye bekliyordum açıkçası. Bende hanım kişiliğime dönüş yaparak, "Önemli değil. Siz de kusura bakmayın. Dikkat etmem gerekiyordu," dedim. Kafasını hafif eğerek, "Önemli değil, iyi günler," dedi. "İyi günler," dediğim an yanımdan geçip gitti. O sırada asıl fark etmem gereken ama o an fark edemediğim şeyle karşı karşıya geldim. Adamın biraz uzağından yürüyen iki tane takım elbiseli adam vardı. Bizlerin koruma adı verdiğimiz o kişiler. Bunu nasıl fark edemedim bilmiyorum. Normalde ufacık bir şey dikkatimi çeker ve hep tetikte davranırdım.

Önemli biri miydi? Ya da bir mafya? Bir bakan olamazdı diye düşünüyorum. Bakanları az çok tanırdım. Bir iş adamı olabilir miydi ki? Kafamı iki yana sallayıp düşüncelerden sıyrıldım. Kimse kimdi. Bundan bana neydi ki? Koşuma devam ettim. Gideceğim koşu yolunu tamamlayıp eve geçtim. Güzel bir duşun ardından mutfağa geçtim ve Gülşen sultana kahvaltı hazırladım. Masaya son rötuşlar yaparken abim indi geldi yanıma. Yanağıma öpücük kondurdu. "Günaydın abisinin Mila'sı." Gülümsedim. "Günaydın abim." Salatalıktan aldı. "Erkencisin." Omuzlarımı silktim. "Koşu sonrası uyku tutmadı. Bende bir jest yapayım dedim anne kuşa." Güldü. "Güzel bir jest olmuş," dedi sofraya bakarak. Sırıttım. "E, kimin kızıyım, yapıyoruz bu sporu," dediğimde elini saçlarıma daldırdı ama tam olarak dağıtabileceği bir açıklıkta olmayınca saçım, bir tutamını tutarak asıldı. Acıtmadığı halde "acıttın," dedim. Bu sefer de salamdan aldı. "Yalancı." Tekrar bir şey almak isterken eline vurdum. "Alıp durma ya, otur da ye!"

 "Valiliğe geçmem gerek," deyip odadan çıktığında bende arkasından ayrıldım. O dış kapıya geçerken bende mutfağa geçip beklemesini söyledim. Hızlı bir şekilde sandviç yaptım ve abimin eline tutuşturup yolcu ettim.

Dış kapıyı kapatırken merdivenlerden annem indi. "Abin mi çıktı kuzum?" Kafamı olumlu anlamda salladım. "Evet, anne."

"Kahvaltı yapıp gitseydi ya," dedi mutfağa geçerken. Mutfağa girmeden kollarından tutarak yönünü salona çevirdim. "Sofra kurulu bile," dediğimde şaşırdı. "Benim kızın hamaratlığı mı tuttu?"

"Oldu öyle şeyler," salona geçip masaya oturduğumuzda devam ettim. "Abimi de merak etme. Ekmek arası bir şeyler yapıp eline tutuşturdum." Gülümsedi. "Sağ ol annem." Tebessümle karşılık verdim ve kahvaltımızı yapmaya koyulduk.

"Almila, bugün mahalle günü var. Oraya gideceğiz, haberin olsun kızım." Omuzlarım çöktü. "Anne bende gelmek zorunda mıyım?" Bakış attı ve o bakışı yetti de arttı. "Tamam, anne gidelim," dedim.

Gazamız mübarek ola. 

"IV"

"Bazen bilmediğin bir kapı, kaderinin anahtarını saklar. Merakın perdesi aralanınca, tanıdık bir hikâye, yepyeni bir başlangıca dönüşür."


Elimdeki poğaça borcamıyla karşımda duran eve baktım. Yeşil ve açık mavinin ortasında, turuncu renkli, zemin katla birlikte üç katlı, küçük terası olan şirin bir evdi. Bakışlarım yanımda duran anneme çevrildi. "Kadının adı neydi?" Annem gözlerini devirdi, hafif bir iç çekişle, "Ah, Gökçen ah!" diye sitem etti. Omuzlarımı silkerek, "Ne dedim anne ya?" diye sordum. "Hacer kızım, Hacer teyzenin evi," diye açıkladı.

Aydınlanma yaşamış gibi konuştum: "Ha, senin kankan olan Hacer teyze mi? Kızı şehir dışında mühendislik okuyan?" Annem bakışlarını yukarı kaldırdı, "Hey güzel Allah'ım, azıcık da benim çocuğum böyle şeyleri sevse ya!" dedi. Şaşkınlıkla anneme döndüm. "Anne!"

"Ne annesi Gökçen! Milletin kızı annesiyle gündür, oturmadır, gezer. Benimki daha kime gittiğinin farkında değil!" dediğinde umursamazca omuzlarımı silktim. "Bana ne günden, oturmadan anne. Sen bana gündemden bahset. Devlet işleri ver. Hiç olmadı, müze gezelim seninle veya anne-kız şehir turları yapalım. Sana hangi şehirde hangi bölgede ne savaşlar yaptığımızı, o şehirde hangi mimari özellikleri olduğunu, dünümüzden bugüne neler değiştiğini—"

"Sus Gökçen, sus!"

"Sana bunları anlatarak gezdirebileceğimi söyleyecektim," dedim küskün çocuklar gibi. "Babana diyeyim Gökçen, seni yanına alsın evladım. Git karargâhta veya Milli Savunma Bakanlığı'nda sana bir iş versinler. Hiç olmadı abin sana Valilik'te devlet işleri versin. Sen de git çalış!" Sırıttım. "Ne güzel olur ama!" Anneme sırnaştım. "Konuşacaksın babamla değil mi kız?" Sinirle "Hasbin Allah" çekti ve zile bastı. Ne demiştim ki şimdi ben?

Kapıyı, aşağı yukarı benim yaşlarımda olan, belki benden de birkaç yaş küçük duran bir kız açtı. Açık kahve ve sarının karışımı olan uzun saçları, açık kahve tonlarındaki kaşları, minyon ve zayıf yapısıyla çıtı pıtı birisiydi. Gülen yüzüyle kapıyı araladı. "Buyurun, hoş geldiniz." Annem tebessüm etti. "Hoş bulduk güzel kızım. Sen de hoş geldin."

"Nasılsın Gökşen teyzem?" dediğinde annemin ne demek istediğini anladım. Bu kız bile şehir dışında okumuş biri olarak mahalleye ve anneme hâkimse ben harbiden ot gibi durmuşum. Ne mahalleyle ne de insanlarıyla uzaktan yakından alakam yoktu. Ben kendini derslerine, başarılarına adamış ve hep iyi yerlere gelmeye çalışan biriydim. Etrafıyla bağını kesen biri. Aslında bakınca bazı şeyler kaçmış gibiydi. Bu kadar da duyarsız olmasaymışım.

Annem, kapıda bizi karşılayan kız ile görüşüp içeri geçtiğinde ben de kız ile karşı karşıya geldim. "Hoş geldin," dedi yüzündeki gülümsemesi bir an eksik olmadan. Gülümsedim. "Merhaba, hoş bulduk." Elimdeki borcama uzandı. "Niye zahmet ettiniz ki," benim konuşmama fırsat tanımadan devam etti. "Ah, Gökşen teyzem. Duramaz ki yerinde."

 "Annemi tanıdığına göre beni anlaman güzel," dediğimde kahkaha attı. "Annemi tanımana gerek bile yok. Gökşen teyzenin ikizi."

"Desene yandık."

"Kesinlikle. Seni de çok iyi anlıyorum inan ki."

"O zaman duygularımız karşılıklı." O mutfağa geçerken ben de içeri geçtim. Adını bile bilmediğim bu kızı sevmiştim.

İçeri geçince bir yerden başlayarak ellerini öptüm, hal hatır sordum. O kadar da görgüsüz değiliz canım. Hem mahallenin marketine falan giderken görüştüğüm teyzeler, amcalar oluyordu. Sadece çok fazla tanışmışlığımız olmazdı. Annemin yanına geçip hanım kız gibi oturdum. "Nasılsın evladım?" Bu soruyu soran teyze, Münevver teyzeydi. Kendisini pek sever pek de sayardım. Pekiyi bir kadındı. Annemin evde olmadığı zamanlar birlikte yapardık pazar alışverişlerini. "İyiyim, Münevver teyzeciğim, sen nasılsın?"

"Oy, kuzum ben de iyiyim. Yaşlılık belirtileriyle uğraşıyoruz işte."

"Sağlığın yerinde olsun da Münevver teyzem."

 "Öyle öyle," yanındaki teyzeye döndü. "Ben pek severim Gökçen kızımı. Torunuma alacağım ben bu kızı." Annem göğsünü gerdi. Ben büyüttüm bu kızı dercesine. İçten içe güldüm.

"Ah, ah açma yaramı Münevver abla. Ben de pek severim Gökçen kızımı, az uz görüşmüşlüğümüz vardır ama ben tanırım kuzumu. Hem anası da benim biricik dostum. Ama bu kızı benim oğlana alsak kuzuma yazık olur," dediğinde gülmeme ramak kala kendimi durdurdum. Beni övmüş, oğlunu gömmüştü yahu. "Aman Hacer'im, benim de pek hoşuma gider Alçiçek ama benim oğlan yok düşünmüyor evlenmeyi falan." Hacer teyzemi bize geldikçe görmüşlüğüm vardı. Tanırdım kendisini ama evini falan bilmezdim. Annemin abime düşündüğü Alçiçek daha yeni kapıyı açan kız mıydı bilmiyorum ama eğer öyleyse ben de seve seve bu duruma yardım ve yataklık yapardım. Kız iyi birine benziyordu.

"Bizim bu oğlanlardan çektiğimiz ne bilmem," diyen Hacer teyzeyle annem konuşamadan diğer, benim çaprazımda kalan teyze konuştu. "Sen doğur, büyüt, elin kızı gelsin alsın gitsin. Bir de seni tanımaz olsun. Bu oğlanlar az uz çektirmiyor analarına." Münevver teyze konuya dâhil oldu. "Aman Şevval, senin gelinde ne yapsa yaranamadı sana kızcağız. Az rahat bırak çocukları." Başka bir teyze de dâhil oldu. "Kız Şevval, senin yüzünden çocuklar iki yıldır çocuk yapamıyor," deyince annemin yanından ayaklanıp mutfak olduğunu tahmin ettiğim yere kaçtım. Konu başka yerlere gidiyordu. Gerek yoktu dinlememe.

Mutfak yerini doğru tahmin etmiştim. Bizi kapıda karşılayan kız tabakları hazır ediyordu. "Yapılacak bir şey varsa yardımcı olabilirim." Arkasını dönüp beni görünce gülümsedi. "Ay yok teşekkür ederim, her şey hazır sayılır. Sen içeri geç lütfen." Yanına yanaşıp belimi tezgâha dayadım. "İçeri geçmesem daha iyi sanki. Beni aşan konuşmalara geçiş yapıldı da," dediğimde daha çok güldü. "O zaman çay bardaklarını tepsiye dizmekle işe başlayabilirsin."

 "Olur," dedim. Hemen yukarımda kalan dolabı gösterdi. "Bardaklar orada, tepsi de masanın üzerinde zaten," deyince tepsiyi önüme alarak bardakları koymaya başladım. "Adın, Gökçen'di değil mi?" Kafamı salladım. "Evet, Gökçen Almila. Sen de Alçiçek misin yoksa?" Kafasını salladı. "Aynen öyle. Ben de Alçiçek. Seninle tanışmak bugüne nasipmiş."  "Ben geç tanıştığımıza üzüldüm şimdiden." Tabakları masaya taşırken beni onayladı. "İnan ben de üzüldüm. Bu kadar geç tanışmamız hiç olmadı." Eline telefonunu aldı. "Numaranı alabilir miyim, Almila?"

"Tabii," diyerek ezberimde olan numaramı söyledim. Beni kaydedip çaldırdı. Mavi bir elbise giydiğim için telefonu masaya koymuştum. İşimi bitirdikten sonra telefonumu elime alıp Alçiçek diye kaydettim rehbere. "Tabakları taşıyalım mı?" diye sordum. "Taşıyalım, gelecek olanlar geldi zaten," deyince elime aldığım birkaç tabakla içeri geçtim. Gelelim, bu teyzemlerin dedikodularına.

🐞😼

Kısırlar, poğaçalar, pastalar, kurabiyeler yenmiş; çayın gözüne vurulmuş hatta vurulmaya devam ediyordu. Bu sırada bir an sohbetleri hız kesmeden devam etti. Bizde Alçiçekle bol bol sohbet etmiş, hakkımızda birçok şey öğrenmiştik.

Alçiçek, Ankara da Gazi üniversitesinde Uçak Mühendisliği okumuş. Burada İstanbul da bulunan fazlasıyla adını duyuran, devlet için, bu ülke için yapılan uçaklar, sihaların olduğu bu şirkete girmek istiyormuş. Geçenler de konuşmaya gitmiş ve olumlu bakmışlar.

Yirmi üç yaşındaydı, Alçiçek. Üçkardeş olup kendisi ortanca oluyormuş. Bir abisi, bir de erkek kardeşleri Sarp varmış. Sarp da bu yıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor, hedefi  Hukuk okuyarak, Savcı olmakmış.

Annem hep Hacer teyzenin emekli Diş doktoru olduğunu söylerdi. Hacer teyzenin mesleğini annemden duymuşluğum vardı. İkisi de doktor olup farklı dallardaydılar sadece. Evin küçük oğlu, Savcılık isterken, Alçiçek Uçak mühendisiydi. Babası, gaziymiş. Albay rütbesindeyken bir operasyonda yaralanıp gazilik unvanı verilerek mesleğinden erkenden emekli olmuş. Babasından kalan yani Alçiçek'in dedesinin mesleği olan marangozluk mesleğini icra ediyormuş.

Ama ne o abisinden bahsetmiş ne de ben sormuştum. Bizzat es geçmiş gibi olunca bende sormamıştım.

Bu teyzelerin sohbetine doyum olmuyorken oturduğum yerden ayaklandım. "Alçiçek, lavabo ne tarafta?"

"Bu katta da var ama çeşmesi bozulmuş. Akşam usta getirecek babam. Sen üst kattakini kullan istersen"

"Olur, tabi" benimle birlikte ayaklandı. Merdivenlerden yukarı çıktık. Hemen sol tarafta kalan ikinci kapıyı gösterdi. "Teşekkür ederim" kapıya ilerleyip lavaboya girdim. İşlerimi görüp ellerimi yıkadım. Saçımı, başımı düzelttim. Aşağıdan toplamıştım saçımı. Bir kaç çıkan saç tutamını geriye iteledim.

Elimi yüzümü yıkayıp kuruladım. Afakanlar basmıştı yine bana.

Yüzümü kurulayıp lavabodan çıktım. Merdivenlere yönelmişken kapısı yarım açık duran odanın içinden bir ses geldi.

Tanıdık bir ses. Almanca konuşan bir ses.

Odaya yaklaştım. Arkası dönük biri vardı. Genç ve yapılı olan birisi. Cinsiyeti erkek olan birisi.

Almancam da iyiydi. Konuşmasına istemsiz misafir oldum.

"OK, habe es" Tamam, anladım; demişti.

"Ja, ich werde vorbeikommen"(evet, geleceğim)

"Bis später"(sonra görüşüz)

Telefonu kapattı. Odanın önünden ayrılırken "Buraya gel" diyen sesini işittim ama duymamış gibi yaparak yoluma devam edecektim ki yarı açık olan kapıyı tamamen açarak kendisi göründü.

Bu o'ydu.

Koşu yaparken çarpıştığım çocuk.Arkasında koruma olan, ne olduğunu anlamadığım o kişi.

Tek kaşını yukarı kaldırdı. "Sen yine mi çıktın karşıma? Bir de sizin mahalledeyim de tam olsun"

Kollarımı göğsümün üzerinde bağlayıp dik durdum ve kafamı biraz daha diktim. "Bu mahalle de oturuyorum"

"Hah," nidası çıktı. "Peki, burada kapımın önünde işin ne? Ayrıca kapı dinlemenin kötü bir davranış olduğunu öğrenemedin mi?" Bir adım atıp ona yaklaştım. "Almanca konuşunca ilgimi çekti diyelim"

"Almanca" derken kafasını ağır ağır salladı. Devam etti.

 

 "Können Sie deutsch?"

Almanca konuşabiliyor musun, diye sormuştu. Sırıttım."Nehmen wir an, ich weiß es."(Bildiğimi varsayalım)

"was wird passieren?" Diye sordum.(Ne olacak?)

Güldü. "Ich hatte nicht erwartet"(Beklemiyordum)

Merdivenlerden inerken, "bis später" dedim. (Sonra görüşüz)

Arkamdan gülme sesi geliyordu. Annemlerin olduğu odaya geçtim. Ama oturmamla kalkmam bir oldu. Alçiçek kahve yapmak için mutfağa geçince bende ardından ilerledim.

O kahve yaparken bende kahve fincanlarını tepsiye dizdim. "Alçiçek,"

"Efendim"

"Abin," devam et, der gibi kafasını salladı. "Abin, ne iş yapıyor?"

"Abim," duraksadı. "Abim devlet memuru" güldü. Tebessüm ettim. "Anladım" 

Olan kahveleri döküp tepsiyi eline alarak içeri geçti.

Bende içeri geçerken geldiğimden beri fark edemediğim şimdi dikkatimi çeken şeyle duvara yaklaştım ve duvara asılı belgelere, takdirnamelere baktım. Alçiçek'in babasının başarı belgeleriydi bunlar.

Bu aralar iyice dikkatsiz olmuştum. Ben böyle değildim ya, B12 mi düştü yine ne? Tekrardan annemlerin yanına geçtim ve vazgeçilmez olan kahvemi içmeye koyuldum, teyzelerin sohbeti eşliğinde.

🐞😼

 

Ofladım. Pufladım. Nerede, neyi kaçırdığımı düşünüp durdum. O günün üstesinden beş gün geçmişti. Bakan değildi bu. Neydi o zaman? Çok merak iyi değil derler ama Rabbim sonumuzu hayretsin. Kütüphanede dönüp dururken kapı açıldı ve benim abim gözüktü. "Ne yapıyorsun abisinin Mila'sı?"

"İyiyim abim. Öyle düşünüyorum." Yanıma geldi. "Ne düşünüyor benim kardeşim?"

"Hacer teyze var ya,"

 "Ee?"

"İşte onun büyük oğlu, ne iş yapıyor biliyor musun?" Tek kaşı yukarı kalktı. Sorgular bakışları beni göz hapsine aldı. "Bu merak ne abiciğim?"

 "Abi, düşündüğün anlamda değil. Bakma öyle." Kollarını arkasından bağladı. "Neymiş benim düşündüğüm anlam?" Çığlık atacaktım şimdi. "Abi, merak. Sadece merak." Devam ettim. "O gün kız kardeşi, devlet memuru dedi ama basit bir devlet memuru değil, farkındayım."

"Babamdan ismini duymuşluğun var aslında."

 "Tanıdığım biri yani?"

"İsmini duyduğun zaman ne iş yaptığını anlayabileceğin biri."

"Nasıl ya?" Masaya ilerleyip oturdu. Kitaplarımda bakışlarını gezdirdi.

"Abi?" dedim. Devam etsin diye. "Abiciğim, kendinin adını duydun ve ne iş yaptığını biliyorsun. Sen resmini görmedin hiç. Ondan bu bilmemezliğin. Aslında bildiğin biri." Kafam allak bullak olmuştu. "Tamam, söyle de ben de bileyim, aslında bildiğim ama tanımadığım kişiyi." Kafasını olumlu anlamda salladı ve devam etti. "Alparslan Alptekin."

 

 

"V"

"Kaderin sır perdesi aralandığında, karşılaştığımız her sima, bir hikâyenin başlangıcıdır. Kimi zaman bir dost, kimi zaman ise beklenmedik bir dönüm noktası..."

 

 

Güneşin altın rengi battığı, şehrin ışıklarının birer birer yandığı bir akşamdı. Babam erken gelmişti bu defa, evimizin çatısı altında, sıcacık bir huzur rüzgârı esiyordu. Annemle ben, akşam yemeğinin ardından içilecek mis kokulu çayın ve yanında dizilecek atıştırmalıkların telaşı içindeyken, abimle babam da salonun bir köşesinde koyu bir sohbete dalmıştı. "Toplantı bugün mü yapıldı?" Abimin sorusu, o anki telaşımı unutturdu. Babamın olumlu yanıtı, kulaklarıma ulaşan o "Evet, Alparslan'ın dediği mantıklı geldi bana," cümlesi, adını sıkça duyduğum ama yüzünü hiç görmediğim o gizemli kişiyi yeniden aklıma düşürdü. Normalde devlet işlerine pek girmezdim, lakin babamın dilinden düşmeyen Alparslan, onun yiğitliğinden, cesaretinden dem vuruşları, içimde bir merak tohumu ekmişti.

Elimdeki tepsiyi sehpaya nazikçe bırakıp babamın yanına oturdum. Beni kolları arasına aldı, saçlarıma kokulu bir öpücük kondurdu. "Alparslan kim?" diye sordum, sesimde çocuksu bir heyecan vardı. Babamın cevabı, beni daha da şaşırttı: "MİT'in mensup birimi olan Operasyonlar Bakanlığı'nın başında ki amir." Bakışlarımı yukarı, babama kaldırdım. "O zaman yaşı bayağı var?" Abim sinirle, "Hem de bayağı yaşlı!" deyince, babam ters ters ona baktı ve benim sorumu cevapladı. "Yok, kızım, yaşlı değil. Abin gibi genç bir çocuk, yeni atandı amirliğe zaten." Şaşırdım. "Genelde yaşlı kişiler olmuyor mu ya?" Babam, bu sorumu da bıkmadan, usanmadan cevapladı. Ne sorsam, sabırla açıklardı her şeyi. "Hayır, elma yanaklım. İlla yaşlı olacak diye bir kural yok. Tecrübeli, zeki, disiplinli, mantıklı ve bunun gibi özelliklere sahipse genç, yaşlı demeden olur kızım. Tabii genelde gençlerimiz bu kadar büyük başarılar elde edemedikleri için bu tür durumlar biz yaşlılara kalıyordu."

Abim konuya dâhil oldu. "Ayıp ediyorsun baba?" Güldüm. Babam da gülerek, "Sizin için demiyorum oğlum, kızımın da oğlumun da maşallahı var. İstiyoruz ki tüm gençlerimiz böyle çalışkan olsun, her ne mesleği yaparsa yapsınlar aşkla yapsınlar, kendi bölümlerinde uzmanlaşsınlar. Bu Vatan'ın evladı olduklarını unutmadan yapsınlar yapacaklarını." Abim kafasını salladı. "Haklısın baba." Babam tekrardan bana döndü. "İşte güzel kızım, böyle başarılı gençler de çıkınca Devletimiz değerlendiriyor. Nerede başarılı bir genç görseniz, devletine hizmet eden o gençlerin başarıları hep kendi başarılarıdır. Bunu unutmayın ve kısacası bu işler buna bakıyor kızım," diyerek işaret parmağıyla aklını gösterdi. "Doğru söyledin babam," annemin konuyu başka yere çekmesiyle, derin devletin kapıları benim için bir süreliğine kapanmıştı.

Alparslan Alptekin.

O Alparslan mıydı?

Abime baktım. "Abi?" Sırıttı. "Ne oldu abiciğim? Beklemiyor muydun?" Beklemiyordum. Gülen yüzü ciddileşti. "Bu Vatan'ın evlatları her yerde abiciğim. Düşmanı, haini çok olduğu kadar Vatan evlatları da bir o kadar çoktur." Kesinlikle öyleydi. Sadece bizim mahalleden bile bir MİT amiri, bir Orgeneral, bir gazi Albay, bir Vali, bir Uçak Mühendisi ve ben. Ayrıca daha bilmediğimiz onca yiğit kişi. "Haydi yemeğe!" Annemin sesiyle abimle birlikte odadan çıkıp aşağı kata indik. Sofrada babamı görmemle içim mutlulukla doldu. Yanına gidip yanaklarına öpücükler kondurdum. "Bakıyorum da bugün de erkencisiniz Komutanım?"

"Özledim evlatlarımı, olsun o kadar da." Yerime geçip oturdum. "Kesinlikle hep olmalı," gülüştüler. Sessizlik içerisinde yemeklerimizi yedik. Babam koltuğa geçerken abim bize yardımcı olmuş, tabakları mutfağa taşımıştık. Abim de içeri, babamın yanına geçince annemi de arkasından yollamış, kendim halletmeye koyulmuştum.

Bulaşık makinesini doldurup çalıştırdım. Geriye kalan bulaşıkları da elimde yıkadım. O korumalar o yüzdendi demek ki...

Düşüncelerime engel olamıyordum. Başak burcu olmamdan sebep olsa gerek, her şeyi ince detayına kadar düşünürdüm ve bu da beni çok yorardı. KPSS sınavım yaklaşıyordu. Neden sonra da Dışişleri Bakanlığı'nın yapacak olduğu sınav vardı. Köşede duvarda asılı olan takvime baktım. Haftaya pazar KPSS sınav günüydü. Şu son bir haftayı iyi değerlendirip bol bol konu tekrarı yapmam gerekiyordu. Çay suyunu da koyup içeri geçtim.

"Anne, Münevver teyzenin torunu Murat, askere gidiyormuş," diyen abime bir bakış attım. Münevver teyzenin bana istediği torunu, Murat. Ama çocuk ne benimle ilgileniyordu ne de ben onunla. "Evet, geçen Münevver abla demişti. Bahçelerinde çetnevir yapılacakmış, davet etti. Erkekler de caddede olacakmış. İki taraftan yolları kapatalım demişler." Abim kafasını salladı. "Gidelim, gitmemek olmaz şimdi."

"Anne, bu çetneviri genelde Konya halkı yapmaz mıydı?" dedim. Onların adetleri olduğunu biliyor gibiydim. "Herkese göre değişir bence kuzum. Yapmak isteyen yapar. Hem ayrıca Münevver teyzen de Konyalı hem."

"Aa, bilmiyordum ben onların Konyalı olduğunu," dediğimde annem sitemle, "Sen bu mahallede kimi biliyorsun ki?" dedi. Sustum. Bir şey dersem olay daha çok bana patlayacaktı.

Gözümün önüne gelen anılarla hüzünle gülümsedim. "Senin askerlik zamanların neydi öyle?" Güldü abim. "Bensiz yapamayan bir kardeş olunca." Yüzümü buruşturdum. "Tekrar gitsen ya." Aman Allah'ım, ben öylesine dedim. Gitmesin o. Hiçbir yere gitmesin. Abime olan sevgim abartı gelebilirdi bazı kişilere ama benim annemin de babamın da meslekleri kolay bir meslek değildi. Yanımızda olamadıkları zaman olurdu. O zaman diliminde annem de babam da o'ydu benim. Abimdi. Gece korktuğumda babam yerine hep abime gittim ben. Acıktığımda annem yerine abime gittim. Çünkü annem de babam da nöbette olduğu oluyordu. Abim bana her şey olmuştu.

"Giderim bak," diye tehdit etti. "Güle güle abiciğim." Annem gözlerini devirdi. "Git diyene bak hele bey. O zamanlar burnumuzdan getirmemiş gibi."

 "Aman be anne. Küçüktüm işte." Gözlerini açtı, şaşkınlıkla. "Gökçen küçül de cebime gir kızım. Abin askere gittiğinde yirmi yaşındaydın." Omuzlarımı silktim. "Küçükmüşüm işte." Az ağlamamıştım, abim gelsin hemen diye. Öyle bedelli falan da yapmamıştı abim. Bizzat gitmiş aslanlar gibi yapıp gelmişti. Akrabalar az dememişti babama, "Durumunuz iyi isterseniz parayla yaptırtırsın." Babam bu duruma karşı çıktığı gibi abim de karşı çıkmış, ‘Vatan borcu parayla ödenmez, giderim aslanlar gibi yapar gelirim,’ demişti. Yiğit abim benim.

"Almila'm, bir haftan mı var sınava?" Babama cevap verdim. "Evet, babam. İşte tekrarlarımı yapayım. Allah'ın izniyle üstesinden gelirim." Gülümsedi babam. "Hatun gördün mü benim kızımı? Tam babasının kızı." Annem tebessümle baktı bana. "Gördüm Aybar Bey, gördüm ama bilmediğin bir şey var, anasının biriciği o. Aynı annesi." Abim eliyle dur işareti yaptı. "Şş, durun orada. O abisinin Mila'sı. Aynı da abisi. Kimse üzerine alınmasın lütfen. Ben saçımı süpürge ettim ona, bana benzemeyecek de kime benzeyecek?" Dediğinde babam abimin kafasına geçirdi. "Şu halini görseler kim der bu İstanbul Valisi diye."

"Çok ayıp ediyorsun Aybar komutan," dedi ciddi olmaya çalışarak. Babam abimi tınlamadan bana yöneldi. "Diğer sınava da girmek istiyorsun değil mi kızım?"

"Evet, baba, istiyorum. En azından kendimi deneyeyim."

"Sen nasıl istersen Elma yanaklım." Devam etti. "Eğer diğer sınavı kazanırsan gitmeyi düşünüyorsun ama değil mi? Kimsenin hakkına girmeye de gerek yok kızım." Haklıydı babam. Kendimizi deneyeceğiz diye birçok sınava giriyorduk. Kazanıyorduk, kazanmak isteyen kişilerin önüne geçerek ama bir de diyorduk ki ben kendimi denemeye girdim, kazandığım yere gitmeyeceğim. Bu sefer de asıl o yerleri kazanmak isteyen insanların hakkına girmiş oluyorduk. Böyle bir şey yapmaya kimsenin hakkı yoktu. "Tabii ki baba. Gelirse giderim. Kimsenin hakkına giremem."

"Aferin kızım."

🐞😼

 

Önümde duran kitaplardan birinin daha özetini bitirince oturduğum yerden ayaklanıp gerindim. Masa başında oturunca her yerim tutulmuştu. Odamın camını açarak temiz havanın içeri girmesine izin verdim. Camdan kafamı çıkarıp sokağa bakındım. Mahallenin oğlanları maç yapıyor, kızlar köşede seksek oynuyor, birkaç mahalleli de kapılarının önüne oturmuştu. Gözüme Hacer teyze ve Alçiçek takıldı. Bizim eve doğru geliyorlardı. Zaten kısa süre içerisinde de bizim evin kapısı çaldı. Geri çekilip odamın kapısına yönelmiştim ki annem seslendi. "Gökçen, misafirlerimiz var!"

Köşede duran boydan aynama baktım. Açık krem, dirseğime uzanan bir kısa kollu vardı üzerimde. Altımda da gri tona hâkim olan bir eşofman. Ayağımda krem, tüylü, önü açık, yumuşak terliklerim vardı. Saçlarım salık duruyordu. Çok da paspal değildim bence. Telefonumu eşofmanımın cebine katarak aşağıya indim. İçeri girdiğimde Hacer teyze ve annem ikili koltukta, Alçiçek de pencere kenarında duran tekli koltuktaydı. Önce Hacer teyzenin yanına gidip elini öptüm. "Nasılsın Hacer teyze?" "Çok şükür iyiyim kızım, sen nasılsın?" "Ben de iyiyim," Alçiçek'e döndüm. Sarıldık. "Hoş geldin, nasılsın?" "Hoş buldum, iyiyim, evde durunca can sıkıntısıyla geçiyor zaman." Hacer teyze anneme dönerek, "Bizim zamanımızda can sıkıntısı nedir bilemezdik, nesil işte," ikimiz de güldük. "Ne zaman canın sıkıldı, çık gel bize."

"Ay hiç olmam demem, gelirim. Sen de çık çık gel," dediğinde "inşallah" dedim.

Mutfağa geçerek dolapları karıştırdım. Evde mutlaka hâlihazırda bir şeyler bulundururduk. Buzluktan elmalı kurabiyeyi çıkaracakken annemin çoktan çıkardığını hatta buzunun falan kalmadığını fark ettim. Annemin cam tabağa dizdiği kurabiyeleri kenara aldım. Marketten aldığımız çubuk krakerleri de başka bir tabağa dizdim. Hazır böreği borcama yerleştirip fırına verdim. Ardından hızla bir kek çırpmaya koyuldum. O sırada mutfağa Alçiçek girdi. "Bunlara gerek yoktu Gökçen, niye zahmet ettiniz?"

"Estağfurullah ne zahmeti. Birlikte yeriz. Hatta hiçbir şey yapamadık bile." "Düşünmeniz bile yeterli inan ki." Gülümsemekle yetindim. Kek de hazır olunca böreği fırından çıkartıp keki koydum. Mutfakta diğer işlerimi de hallettikten sonra birlikte içeri geçtik. "Murat diyor başka da bir şey demiyor," konuşmaların başını kaçırdığımız için Hacer teyzenin son cümlesine denk geldik. Alçiçek de benim gibi meraklanmış olacak ki aklımızdaki o soruyu dile getirdi. "Kim Murat diyormuş anne?"

"Banu var ya, mahallemizin terzisi. O, diyor." Banu, bu mahallenin terzisiydi. Aşağı yukarı bizimle yaşıttı. Onun Murat'ı istediğini bilmiyordum yalnız. Hacer teyze devam etti. "Tabii Münevver abla durur mu? Ben Banu'yu değil, Gökçen'i isterim der," bana da yandan bakış attı.

Konunun bana dönmesiyle dâhil oldum. "Benim öyle bir düşüncem yoktur, Hacer teyze. Murat'ın da olduğunu zannetmiyorum. Sağ olsun, Münevver teyze torununa beni uygun görmüş, Allah razı olsun. Ama istemiyorum." Derin bir nefes verdi. "Aman iyi kızım."

"Hatta evlilik gibi düşüncem yok," diye de son noktayı koydum. Yüzü düştü. Düşüncesi o günkü gibi oğluna almaksa aman kalsın. Ben o bay bilmişle falan olmazdım. Aman aman! Annemler tekrar sohbete dalmışken Alçiçek'e sordum. "Senin iş ne oldu?" Gülümsedi. "Haftaya pazartesi başlıyorum. Elhamdülillah. Kabul edildim." Bir an yüzü düştü. "Ne oldu?" dedim. "İlk başta araştırmışlar beni. Okuduğum okul, başarılarım ve ailemi."

"Ee?" dedim devam etmesi için. "İşte babamın gazi olduğunu, abimin devlet memuru olduğunu öğrenince ben de bu yüzden kabul ettiler sanmıştım. Hatta abimin devreye girdiğini falan düşünmüştüm. O yüzden ilk kabul etmedim. Onlar beni kabul etsin isterken ben reddetmiş oldum. Tabii sonradan bu iş için ne abim bir şey yapmış ne de onlar beni ailem için kabul etmiş. Tamamen başarılarım için kabul edilmişim."

"Ne güzel işte, senin adına çok sevindim." Mutluluğu gözlerindeki ışığa bile yansımıştı. "Çok teşekkür ederim. İnan ben de o kadar mutluyum ki. Hayal ettiğim yerde işe başlayacağım."

 "Başarıların daim olsun inşallah."

"Âmin. Senin de arkadaşım." Arkadaş kelimesini duyunca bir tuhaf hissetmedim değil. Çünkü pek arkadaşım olmamıştı. Babamın mesleği sebebiyle şehir şehir gezmişliğimiz vardı. Arkadaş edinememiştim. Bir de abim olunca çok da aramamıştım ama şimdi fark ediyordum ki kız arkadaşın olması farklıymış. Belki de Alçiçek ilk ve tek arkadaşım olarak kalacaktı. Umarım.

"VI"

"Vatan sevgisi, yüreklerde yanan bir ateştir; o ateşte pişen her evlat, milletin sönmez meşalesidir. Gözyaşları dökülse de, canlar verilse de, bu sevda asla bitmez."

 

 

"Ança kazganmış itmiş ilimiz törümüz erti. Türk Oğuz begleri budun eşiding. Üze Tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun, ilingin törüngin kim artatı [udaçı erti]?"

"Öyle kazanılmış, düzene sokulmuş ilimiz, töremiz vardı. Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim boza bilecekti?"

"Türk budun ertin, ökün! Küregüngün üçün igidmiş bilge kaganıngın ertmiş barmış edgü ilinge kentü yangıldıg, yab lak kigürtüg. Yaraklıg kandın kelip yana iltdi. Süngüglüg kandın kelipen süre iltdi?"

"Türk milleti, vaz geç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hâle soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi?"

"Iduk Ötüken y[ış budun bardıg. İlgertü barıgma] bardıg, kurıgaru barıgma bardıg. Barduk yirde edgüg ol erinç: Kanıng subça yügürti, süngüküng tagça yatdı. Beglik urı oglung kul boldı, işilik kız oglung küng boldı. Bilmedük üçün [yablakıngın üçün eçim kagan uça bardı.]"

"Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin. Doğuya giden, gittin. Batıya giden, gittin. Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu, kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evlâdın kul oldu, hanımlık kız evlâdın cariye oldu. Bilmediğin için, kötülüğün yüzünden amcam, kağan uçup gitti."

"İnim Kül Tigin birle sözleşdimiz. Kangımız eçimiz kaz[ganmış budun atı küsi yok bolmazun] yiyin Türk budun üçün tün udımadım, küntüz olurmadım. İnim Kül Tigin birle iki şad birle ölü yitü kazgandım. Ança kazganıp biriki budunug ot sub kılmadım."

"Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım."[1]

Yeni paragraf çevirime geçecekken annemin sesi kütüphane odasına doldu. "Gökçen! Gökçen!" Bugün günlerden Cuma'ydı. Bir haftamı odamdan ve kütüphanemden çıkarmadan bol bol son tekrarlarımı yapmıştım. Bugün de sabahtan beri tekrar edince kafam iyice allak bullak olmuştu ve kafamı dağıtmak amacıyla Orhun Yazıtları'nı okuyordum. Tabii kısa süreliğine okuma yapabilmiştim. "Efendim anne?" Odanın kapısını açarak aşağı kata seslendim. Annem ne kadar bu evin aşağı katında vakit geçirmeyi sevse de ben yukarı katlarda vakit geçirmeyi daha çok seviyordum. Çünkü odam, balkonum ve kütüphane odası benim için vazgeçilmezler arasındaydı. "Münevver teyzenlere geçiyorum ben, sen de çok oyalanmadan gel." Bir de bu mesele vardı. Murat'ın asker çetneviri bugün akşamdı. Annemler öğle saatlerinden itibaren oraya gidip yardımlarda bulunacaklardı. Ben de akşama doğru gidecektim. Yardım edilecek çok bir şey yoktu ki zaten. Masalar ve sandalyeler taşınacak, ışıklandırmalar yapılacaktı. Bunlar da benlik işler değildi sonuçta. "Tamam, anne." Tekrardan kütüphane odasına kapatacaktım ki kendimi, annemin tekrardan sesi duyuldu. "Ocakta yemek var, bakarak ol. Kitaplarına dalma!" Yapmış olduğum şeylerdi. Kitaplara dalınca dış dünyayı unutuyordum ve bundan sebep kaç kez yemekleri yakmışlığım vardı. "Tamam, anne, geliyorum aşağıya." Annem benden onayı alınca evden dışarı çıktı ve ardından kapının kapanma sesi geldi. Ben de kitaplarımı toparladım. Dağıttığım kütüphane odasını da bir kat düzelterek aşağıya indim.

Evde vakit öldürdüm, yemeğe baktım derken saat 16.35 olmuştu bile. Hızla yukarı çıkıp bir duş aldım. Gardırobuma bakarak ne giyebileceğimi düşündüm. Rahat giyecekler favorimdi. Rahat ama şık olacak kıyafetler arasında göz gezdirirken elbise giymekte karar verdim. Beyaz renkli, diz kapağımın bir karış altında biten, V yakalı, önünde süs niyetine ahşap görünümlü düğmeler vardı. Belime de kalın, kahve bir kemer taktım. Altıma krem renginde olup topukluyu bağlama kısmında kahve tonlarının bulunduğu, dolgu topuklu bir ayakkabı tercih etmiştim. Saçlarımı tarayıp elimle şekil verdim. Salık bırakacaktım. Kahve, omuz çantama da gerekli eşyaları koyup aşağıya indim. Hazırdım. Etrafa bir göz gezdirdim. Bir şey unutmamıştım. Kapıdan çıkarak anahtarla bir kat kapıyı kilitledim. Münevver teyzelerin evine ilerleyecekken Alçiçek geldi karşımdan.

Gözlerini, giydiklerimin üzerinde gezdirdi. "Bu şıklık ne güzel bayan?" dediğinde gülümsedim. "Ne güzelliği yahu benim önceliğim rahatlık," dediğimde kahkaha attı. Ben de onun üzerine göz gezdirdim. Beyaz olup üzerinde bolca mavi renkte bulunan çiçekli bir etek giymiş, üzerine de beyaz, sade, kısa kollu bir badi tercih etmişti. Saçlarını aşağıdan toplamış, ayağına beyaz spor ayakkabısı giymişti. Elinde de küçük mavi bir çanta vardı. "Asıl siz kendinize bakın hanımefendi. Yakıyorsunuz ortalığı." Kendi etrafında bir tur döndü. "Öyle mi diyorsun?" dediğinde kafamı olumlu anlamda salladım. "Desene belki kısmetimizi buluruz." Elimi kaldırdım. "Aman ben istemiyorum, biz sana bulalım bir kısmet." Yüzünü düşürdü. "Benim biricik abiciğim evlenmeden benim evlenmem hayal." Düşünür gibi yaptı. "Abim de evlenmek istemediğine göre ben hayallerde yaşamaya devam edebilirim," deyince bu sefer kahkaha atan bendim.

Yolun kenarında biz birbirimizi överken yanımıza bir araba durdu. Camını indirdi ve yüzümüze dahi bakmadan, "Binin arabaya," dedi. Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı kalktı. Böylesi de daniskasıydı ama! Neydi bu havalar? Dış operasyonlar amiriysen bundan bana ne sonuçta! Bu havalar bana sökmezdi!

 Alçiçek de şaşırmış olacak ki, "Abi, şurası zaten. Geldik sayılır," dedi. Alçiçek'e yandan bir bakış attı. "Şurası dediğin yere vaktinde var o zaman Çiçek! Yol ortasında gülüşüp durma!" Abiler ve isimlerimizi kısaltma takıntıları...

Alçiçek, küskünce "Abi, ne yaptım ki sanki?" deyince, amir olacak şahsın yüzündeki ciddi ifade silindi. Elleriyle yüzünü sıvazladı. "Arkadan gel Çiçek, hemen abiciğim," demeyi de eklemeyi unutmadı. Sonra da son sürat yanımızdan geçip gitti. Alçiçek'in koluna girdim. İlerlemeye devam ettik. "Hep mi böyle?" diye sordum. Alçiçek, güldü. "Abim mi?" Evet, anlamında kafamı salladım. "Hayır, tabii ki, abim böyle biri değil. Tamam, sinirlenince fevri döner fakat bana bir kere bile isteye çıkışmışlığı da yoktur. Ne zaman işleri yoğun olsa, sıkıntılı geçse agresif oluyor tabii." Yaklaştığımız eve baktı. "Mesela birazdan beni yanına çağıracak ve daha yeni böyle davrandığı için özür dileyecek." "Peki, kırıldığın oldu mu hiç?" dedim. "Hayır, abime hiç kırılmadım ben. Çünkü ne kadar zor bir mesleği olduğunun farkındayım. Ayrıca o beni bile isteye üzmez." Onların kardeşliğini bir an için abim ile benim aramızdaki kardeş ilişkisine benzettim. Tabii abim onun kadar zor bir işin içinde değildi. Belki de bundan sebep işin vermiş olduğu stresten dolayı bir kere bile sesini yükseltmemiş, çıkışmamıştı.

Erkekler caddeye dağılmışlardı bile. Hepsi oturaklara oturmuşlar, köşede hazır edilmiş semaverden çay alıp içiyorlardı. Alçiçek'le bahçe kapısından içeri geçecekken Bay Alptekin, yanımıza gelip Alçiçek'e seslendi. Ben yanlarında durmayarak bahçeye girdim. Annemler bahçede oturuyorlardı. Yanlarına gidip selam verdim. "Oy, benim biricik kızım gelmiş," diyen tabii ki Münevver teyzeydi. "Anne, çocukları bir rahat bırak," diyen de Murat'ın annesi Mürvet ablaydı. Onları duymamış gibi yaparak Münevver teyzenin yanına oturdum. O vazgeçmeyecekti belki ama ben de onu bu konuda duymayacaktım. "Nasılsın Münevver Sultan?" Elini dizime koydu. "Seni görünce daha iyi oldum, Gökçen kızım." Dizimin üzerinde duran elini tuttum. "Aman da aman, yerim seni ben." Utandı. Güldüm onun bu haline. Bu yaşlılar arada sevimli olmayı da biliyorlardı.

Alçiçek de yanımıza gelmişti. Tam da dediği gibi abisi onunla gelir gelmez konuşmuştu. O da bir oturak alarak yanımıza oturdu. Münevver teyze bu sefer de Alçiçek'e baktı, baktı. "Bu kız da pek güzel, enerjisine de bayılıyorum. Bir torun daha yok ki onu da alıversem, hepsi evlendi gitti. Bir Murat'ım kaldı," yanında oturan kızına döndü. "Kız Mürvet," "Efendim anne?" "Bir oğlan daha doğuramadın mı?" Yandan bakış attı Alçiçek'e. "Bu yavrucağı da alsaydık gelin olarak." Mürvet abla, önce Hacer teyzeye ardından Alçiçek'e masum bakışlar attı. Özür niyetine. Sonra da annesine döndü. "Annem, güzel annem, yapma etme. Çocukları bir rahat bırak. Hem sevdicekleri vardır. Böyle yapman uygun mudur sence?" Münevver teyze yüzünü buruşturdu. "Aman benim torunlarımdan daha iyi bir sevdicek mi vardır?" Dediği an bahçe kapısından içeri sevgili abiciğim ve Bay Alptekin girdi. Bunu gören mahalleli gülüşmeye başladı.

Şimdi bu cümlenin üzerine buraya gelmeleri sanki pekiyi olmamıştı. Hacer teyzenin ve annemin yüzü güldüğü gibi bir de göğüsleri kabardı. Münevver teyzenin yaşı olduğu için ona bir şey diyemiyorlardı, büyüktür diye. Şimdi de bu sözün üzerine oğullarının içeri girmesi onları mutlu etmişti. Abim beni görmesiyle göz kırptı. Gülümsedim ona. Fakat abime gülümserken birinin radarlarına takılmıştım. Alparslan Alptekin. Gözlerimi hızla çektim gözlerinden. Abim ile birlikte yanımıza geldiler. Abim, büyüklere saygısından selam verirken mahallenin kızlarına göz ucuyla dahi bakmamıştı. Annemin kulağına yaklaştı ve bir şeyler fısıldadı. Annem de kafasıyla abimi onayladı. Valilik'ten geldiği gibi buraya geldiği belliydi. Sabah giyip gittiği takımıyla duruyordu. Yorgun olduğu her halinden belliydi. Ama Murat abiyi de böyle bir günde yalnız bırakmamak için burada olduğunu da biliyordum. Tekrardan bahçeden çıktılar. Mürvet ablanın ayaklanıp mutfağa geçmesiyle biz de kızlar olarak ayaklanmış ardından gitmiştik.

Mürvet abla, tabakları çoktan hazır etmişti. Birkaç atıştırmalık vardı. Büyük bir siniye tabakları koyduk. "Gökçen, siniyi erkeklere veriver kuzucum," dedi. "Tamam, abla," diyerek siniyi aldım. Mutfaktan çıkarken diğer kızlara başka işler verdiğini işittim. Önce evin kapısından çıktım, ardından bahçe kapısından. Erkeklerde gözümü gezdirerek abimi aradım. Gözükmüyordu ortalıkta. O sıra yanımdan gelen sese döndüm. "Abin eve kadar gitti. Ver sen bana," hiçbir şey demeden siniyi ellerine bıraktım. Arkamı döndüm ve bahçeden içeri girdim. Hissetmiştim. Arkamdaki bakışlarını hissetmiştim. Terleyen ellerimi elbiseme sürttüm ve tekrar mutfağa geçtim.

🐞😼

 

Atıştırmalıklar yenmiş, erkeklerin eğlenme sesleri arasında kadınlar sohbet etmişlerdi. Arkadan kadınlara çay servisi yapmıştık. Erkekler zaten yaktıkları semaverden çaylarını karşıladıkları için biz de mutfakta koyduğumuz çaydanlıklardan çay hizmetimizi yapmıştık. Mürvet teyze ve onun kardeşleri, yeğenlerinin yönlendirmesiyle kuruyemişler dağıtılmıştı. Münevver teyzenin çıkışma anına kadar kadınlar oynamazken, "Torunumun çetnevirinde oynamak benim de, bizim de hakkımız," diyerek erkekleri yönlendirmiş, istediği şarkıyı açtırmış, başta kendisi ortada olmak üzere herkesi de ayaklandırmıştı. Oynamayı severdim. Fakat bir o kadar da utanırdım. Gökçen Almila Akşir de böyleydi işte.

Tabii Münevver teyzenin kolumdan çekiştirmesiyle ayaklanmıştım. Alçiçek'in karşıma geçmesiyle de tam olarak kurtlarımızı dökmüştük. Murat'ın asker kınasını yakma zamanı gelince kadınlar da caddeye çıkmışlardı. Murat'ı oturttu, Mürvet teyze. Açtıkları türküyle de kardeşinin getirdiği kınayı yakmaya başladı oğluna. Gözyaşları içerisinde. Açtıkları Asker Kınası türküsü de gerçekten içine oturuyordu:

Yanası yanası ciğer yanası

Yansa da ağlamaz şehit anası

Ananın yaktığı asker kınasını

Kıyamete kadar silinmez imiş

Aman ananın yaktığı asker kınasını

Kıyamete kadar silinmez imiş.

Annem, abime baktı. Sonra bakışları Mürvet teyzeyle Murat'ı bulunca gözyaşlarına hâkim olamadı. Hacer teyze, yanında bir dağ gibi dikilen oğlunun kolları altına girdi. Bir an kendimi Hacer Teyze'nin yerine koymak istedim, yapamadım. Oğlunun mesleği hiç de kolay bir meslek değildi. Her an onun da şehit haberini alabilirlerdi. Babaannem her zaman derdi ki, "Baban asker olduğu andan itibaren ben ne yediğimden ne içtiğimden ne de uyuduğumdan bir şey anladım kızım. Bak kaç yıl oldu, ben hala ilk günkü gibi her an bir haberi gelecek diye bekler dururum. Hiç kolay değil, hiç!" diye söylenirdi.

Soğukmuş oralar her taraf karmış

Dağlar amansızmış yollar darmış

Bastığı yerde de bir mayın varmış

Toprağa basarken bilinmez imiş

Aman bastığı yerde de bir mayın varmış

Toprağa basarken bilinmez imiş

Gözlerim köşede sessiz sedasız ağlayan Banu'yu buldu. Murat'ı sevdiği her halinden belliydi. Gözlerindeki bakış canından can gidiyormuş gibi bir acı ifadeyle bakıyordu. Yanına ilerledim. Karanlık kısma kalan bir yerdeydi. Ağlaması görünsün istemiyor olsaydı ki orayı tercih etmişti. Dikkat etmeyen birileri de zor fark ederdi zaten. Benim geldiğimi görünce hızlı davranarak gözyaşlarını sildi. "Banu?" dedim naif bir sesle. "Efendim," dedi titrek çıkan sesiyle. Burukça tebessüm ettim. "Bir omuza ihtiyacın vardır belki diye geldim." Burukça gülümsedi. "Gerçekten mi?" Kafamı salladım. "Gerçekten." Aramızdaki birkaç adımı da tamamlayıp bana sıkıca sarıldı ve bir süreden sonra da gözyaşları omzuma aktı. Türkünün son sözleri doldu kulağıma:

Nöbete giderken gününü saymış

Az değil uz değil tam 14 aymış

O gece görmedik bir yıldız kaymış

Yıldız sahibine görünmez imiş

O gece görmedik bir yıldız kaymış

Yıldız sahibine görünmez imiş[2]

Bir süre sarılı kaldık. Benim görüş açım kına yakılan alanı görüyordu. Onunla göz göze geldim. Ben Banu'ya sarılı kaldım. O annesini kolları altına alarak sarılı kaldı. Hemen biraz ilerisinde duran abime baktım. Hüzünle Murat'ı ve Mürvet ablayı izliyordu. Ben buradan onun gözleri içindeki hüznü seçebildim.

Abimdi o benim.

Canım.

Kanım.

 

O gece görmedik bir yıldız kaymış,

Yıldız sahibine görünmez imiş.


[1] Muharrem ERGİN, Orhun Abideleri.

[2] İsmail Altunsaray, Asker Kınası

"VII"

“Kaderin mavisi, yüreğin pusulası; bir bakışta başlar, bir ömür de solmaz sevda”

 

O kutlu gün gelmiş çatmıştı. Hava, gergin bir bekleyişin fısıltılarıyla doluydu. Birçok gencin kaderini belirleyecek o sınavlardan biriydi bugün. Kimi atanacak, kimiyse yeniden, belki de umutsuz bir yılın daha kucağına düşerek ders sıralarına geri dönecekti. Bu serüvende sinir hastası olmuş gençlerin iniltileri, okul bahçelerinde yankılanan annelerin dudaklarından dökülen dualar, her köşeyi kaplamıştı. Sınavdan sonra, havada uçuşan "Nasıl geçti?" soruları, saatlerin akışını hızlandırıyordu sanki. İşte o gün gelmişti; hayallerime adım adım yaklaştığımı hissettiğim, kaderimin yazıldığı kısımdaydık.

Okuldan çıkıp etrafta gözlerimi gezdirdiğim an, ruhuma aşina bir tablo belirdi önümde: bir ağacın gölgesinde ayakta dikilen ailem. Annem, dudakları kıpır kıpır, dualar okurken; abim, elindeki su şişesiyle sınavdan çıkan öğrencilerin yüz ifadelerini inceliyor, her bir çizgide kendi geçmişinden izler arıyordu sanki. Babam ise bir atmaca edasıyla, keskin bakışlarını etrafta gezdiriyor, kızını arayan bir kartal gibiydi. Onlara yaklaştığım an varlığımı fark etmişlerdi. Annem yanıma gelip hasretle sarıldı. "Nasıl geçti kuzum?" Tebessüm ettim. Sesime, içimdeki huzurun tınısını kattım. "Senin kızından bir uçan bir de kaçan kurtulabilir anne," abime ve babama yandan bir bakış attım, gözlerim muzipçe kısıldı. "E o uçan ve kaçanı da abim ile babam yakaladığına göre," sırıttım, içimdeki zafer hissiyle, "Bizim elimizden kimse kurtulamaz."

Babam gururla gülerek, "Benim kızım işte," diye övündü. Abim de salık bıraktığım saçlarımı karıştırdı, bu tanıdık hareketiyle beni çocukluğuma taşıdı. "Güzel geçtiği belli, çeneye vurmuş yine." Gözlerimi devirdim, abimin bu takılmalarına alışkındım. "Abi değil misin? Çek çenemi de."

"Yirmi altı yıldır çekiyorum. Koca bulsan da bir gitsen az da o çeksin," dediğinde anneme göz kırptım. Kızının bir göz kırpmasından olayı anlayan annem devreye girdi, sesi tatlı bir kışkırtmayla doluydu. "E oğlum sen madem olur diyorsun, bir talip gelmişti Gökçen'e, Gökçen de onay vermişti ama senden çekindiği için diyemedi. Sen de böyle diyorsan, bir görüşsün çocukla." Daha cümlesi bitmeden, abimin gülen suratı aniden ciddiyete büründü. Yüzündeki neşeli ifade, yerini öfkeli bir sorgulamaya bıraktı. "Kimmiş o hıyar? Ne işi yapıyormuş? Nerede görmüş de talip olası tutmuş benim kardeşime?" Bana döndü bakışları, ateş püskürüyordu adeta. "Senin de onayın var yani? Ben neyim burada, bostan korkuluğu mu? Ne demek çekinmek?" Babam da olayı anladığı için kahkahalara boğuldu. Abimin gözleri babama döndü. "Baba, niye gülüyorsun şimdi? Bizim Elma Yanaklımızı almaya talipmiş. Bir şey desene!"

"Hay saf oğlum benim. Bu iki kadın seni tongaya getirdi, sen de yedin mi?" Babamın cümlelerini algılayan abim, annem ve bana ters bakışlar attı. Annem ile babam gülerek önden ilerlemeye başladıklarında abimin kolunun altına girdim. "Tabii bu an bir gün gelmeyecek anlamına gelmiyor ya abiciğim. Bu an yaşanacak sonuçta bir gün." Abim ses etmedi. Yüzünde sirke satan bir ifadeyle ilerledi sadece, mağrur ve kızgın. Ah, benim canım abim. Ben de evlenmeyi düşünmüyorum zaten. Bu kadar kıskançlığa gerek yoktu. Tabii benim kaderimin örüldüğünden bir habersizdi henüz.

🐞😼

 

Günlerim ev ve müzeler arasında akıp gidiyordu. Arada annem ile vakıflara gidiyordum, ruhumu dinlendiren, geçmişin fısıltılarını dinlediğim müzeler ise benim için bir sığınaktı. Kaç defa gezdiğim ama sanki hiç gezmemişim gibi tekrar tekrar gezdiğim o kadim salonlarda, zaman duruyordu sanki. Alçiçek işe başlamıştı ve yüzünü zor görür olmuştum. Aramızdaki arkadaşlık bağı da gün geçtikçe perçinleniyordu. Hatta orada kendine çok yakın bir arkadaş yaparsa atacağım triplerden uzun uzun bahsetmiştim ona. O da aynısının benim için geçerli olduğunu dile getirmişti. Ama evden çıkmayan ben, çıksam bile sürekli tarihi yerler gezen ben, nerede, nasıl arkadaş bulup yakın olabilirdim ki? Aslında o, bu konuda bahsettiği kişi Banu'ydu. O gün ona destek olmam Banu'nun hoşuna gitmiş ve birkaç kez eve gelerek benimle sohbet etmiş, o günkü nazik davranışım için defalarca teşekkür edip durmuştu. Bunu duyan Alçiçek de beni tehdit etmişti, kıskançlığı onu ele veriyordu.

Alparslan ise ortalıkta gözükmüyordu. O günden sonra bir daha görmemiştim. Bir gün annemle Hacer teyzeye gittiğimizde, Hacer teyze çok fazla durgundu. Annem, neden böyle olduğunu sormuştu. "Gitti yine paşam. Birkaç gün oldu aramadı da. Arasam telefonu da kapalı," demişti. Üzülmüştüm. Babamdan bilirdim o hüznü. Bir de bu kişi MİT'e mensuptu. Alçiçek'e de soramamıştım, haber alıp alamadıklarını. Abim ise bu son günlerde fazlasıyla yoğun çalışıyordu. Sabah erkenden çıkıyor, akşam normalde geldiği saati geçkin geliyordu eve. Babam da yoğundu ama önceki günlerine bakılırsa eve daha sık gelir olmuştu. Bu da beni mutlu ediyordu. Kaç yaşında olursam olayım, evde akşam vakitleri çökünce, özellikle ev halkını tam tekmil bulmak, görmek istiyordum. Böyle olduğu akşamlarda benden mutlusu olmuyordu.

Mahalleye adımımı attım. Normalde babamın arabasını ben kullanırdım. Kendisine ait devlet arabası olduğu için bize ait olan araba garajda yatardı. Ben de ehliyeti aldığım günden beridir o arabayı kullanıyordum. Abim zaten valilik aracıyla ve şoförüyle gidip geldiği için onun için de sorun yoktu. Bugün ise arabayı almak istememiştim. Toplu taşıma kullanarak gidip gelmiştim. Banu'nun terzisinden geçerken kapıya Banu çıktı. "Nasılsın Gökçen?"

 "Teşekkürler Banu, iyiyim. Sen nasılsın?"

 "İyi diyelim iyi olalım," demişti. Murat'ın gittiği günden beri bu tür cevaplar veriyordu. Geçenlerde Mürvet abla, Banu'ya uğramıştı. Ne konuşmuşlardı bilmiyorum fakat Mürvet abla o günden sonra Banu'ya daha yakın davranmaya başlamıştı. Sevdiği adamın annesiyle arasının iyi olması açıkçası beni mutlu etmişti. Çünkü şu an en çok birbirlerine ihtiyaçları vardı. Biri oğlunu uğurlamış diğeri sevdiceğini. "Gelmez misin içeri? Kahve yapayım." Kolumdaki saate baktım. 17.48.

"Olur, bir kahveni içerim," dedim. Onunla birlikte içeri geçerken de anneme mesaj atmayı ihmal etmemiştim. Kendisi de bugün derneklerde olacaktı. Eve geldiyse de haberi olmuş olsun istedim. Dükkândan içeri geçince ortada duran sandalyeler ve büyük sayılabilecek bir sehpa vardı. Sandalyelerden birine oturdum. Banu da arka tarafa geçerek kahve yapmaya koyulmuştu.

"İşler nasıl?" dedim, karşımda asılı duran elbiseyi inceledim. Çok hoş duruyordu. Elbise straplezdi. Ayak bileklerine kadar gelecek bir uzunluktaydı boyu, krem renkliydi, omuz kısımları açık olduğu gibi kollarının üst kısımları açık olup tam dirsek kısımlarının oraları tüllüydü ama kabarık duruyordu. Elbisenin üzerinde simler vardı. Parlak, şık ve güzel duruyordu. Banu elindeki kahve tepsisiyle geldi. Kahvemi alıp sehpaya koydum. "Çok şükür, iyi gidiyor işler. Kendi yağımda kavruluyorum en azından."

"Çok şükür, Rabb'im işini, gücünü rast getirsin."

"Âmin," dedi içtenlikle. Gözlerim tekrardan elbiseye döndü. "Bu elbise kimin?" Omuzlarını silkti. "Ben de bilmiyorum ki, Alparslan getirdi." Şaşırmıştım. Şu son günlerde ne adını ne de kendisini görmediğim kişiyi burada böyle duymak şaşırtmıştı. "Alçiçek'in miymiş?"

"Yok değilmiş."

"Alçiçek değilse," güldüm. "Hacer teyze de tarzını değiştirmediyse kiminmiş ya?" Kendi kendime mırıldandım. "Sevgilisinin mi acaba?" Banu dediğimi duymuş olacak ki, "Ben de aynısını sordum. Yok değil, dedi."

 "E, ne yapıyormuş ya; kendi mi giyiyor acaba?" Banu kahkaha attı dediğime. "Allah iyiliğini versin Gökçen." Omuzlarımı silktim. "Ama öyle canım. Onun değil, bunun değil. Kimin ya?" Neden bu kadar ilgilendin, Gökçen?

"Ben de bilemedim. Pek de ilgilenmedim zaten. Murat'tan başkasının ne yaptığı pek ilgilendirmeyince."

"Aman," dedim sitemle. "Sen de bir tek Murat'ı gör."

"Aşk diyoruz canım biz buna." Ağzımın içinde söylendim. "Aşkmış!"

Kahvemizi içerken, konuyu değiştirmek amacıyla "Anlat bakalım, Mürvet teyzeyle ne konuştunuz?" Güldü. Gözleri parladı. "Murat, gitmeden hemen önce annesine beni anlatmış. Bizi çok bilen kişi yok zaten. Sadece benim Murat'ı sevdiğimi, dilimde bir tek onun adı olduğunu söylerler ama Murat'ı gören olmazdı. Münevver teyze de sürekli sizi yakıştırınca benim aşkımı tek taraflı olduğunu düşünmüşler."

"Münevver teyze ve ortalığı karıştırması... Hayır, kaç defa dedim, torununda gözüm yok. Onun da bende yok ama anlamıyor ki."

"Belki de sen okumuş etmiş, bilgili, hanım hanımcık olduğun için seni daha çok yakıştırmıştır," dediği an içimin büzüldüğünü hissettim. Ona bunu hissettiren bizim milletti. Yaptıkları şeylerin farkında olmadan devam ediyordu insanlar. Ama o kişiler de nasıl yaralar açtığını fark etmiyorlardı bile. Kahveyi sehpaya koydum. Ellerini tuttum. "Saçmalama lütfen Banu. O nasıl söz? Bu işler okumaya falan bakmaz, bakmıyor da. Münevver teyze de böyle düşünmüyordur bence. Sen kendi kendine neden böyle hissediyorsun ki?"

"Bilmem. Beni pek gören yoktu. Tüm oklar seni görüyordu," hızla devam etti. "Yanlış anlama sakın Gökçen. Seni kıskandığım için falan demiyorum. Tam tersi böyle güçlü bir karaktere sahip olduğun için, okuyan, bilgileriyle kendi ayakları üzerinde duran, emin adımlar ile ilerleyen bir kadın gördüğüm için çok mutluyum. Böyle kadınlara ihtiyacımız var bizim. Sadece babam vefat ettiği zaman da küçük bir erkek kardeşiyle ve annesiyle kalan biri olarak okumaktan daha çok paraya ihtiyacı olan birisiydim. Ben bundan okuyamadım yoksa okuyup senin gibi ve senin gibi olan birçok güçlü kadınlardan olmayı isterdim."

"Sen zaten çok güçlüsün Banu. Annene destek çıkmış, kardeşiyle ilgilenmiş, onlar için hayallerinden vazgeçmiş biri olarak sen hepimizden güçlüsün. Bir daha böyle deme! Ayrıca istersen kaldığın yerden devam edebilirsin ve bunun için elimden gelen her şeyi de yaparım."

 "Gerçekten devam edebilir miyim?"

"Edersin tabii ki. Yaparsın sen," dediğimde "Düşüneceğim," dedi. "Ne demiş ya Murat, Mürvet teyzeye?" Gülümsedi. "Beni ne kadar çok sevdiğinden bahsetmiş. Beni annesine emanet etmiş, Gökçen." Gülümsedim. "Ne güzel. Madem öyle karşılıklı duygularınız, o gün neden geride durdun, vedalaşmadın?" "Geride durdum çünkü mahallenin hepsi oradaydı. Diyecekleri ufacık bir laf anneme gidecekti. Bunu yapamazdım. Hem biz vedalaştık. O otobüse giderken hiçbir aile ferdini istemedi zaten, hepsiyle mahallede vedalaştı. Birkaç yakın arkadaşıyla gitti otogara. İşte senin abin ve Alparslan da vardı biliyorsun." Kafamı olumlu anlamda salladım. O gün abim ile Alparslan da gitmişti. Devam etti. "Beni de aldılar, birlikte gittik otogara. Orada vedalaştık."

"Bak sen abime, hiç de bir şey demez."

 "Murat tembihlemişti. Ondandır belki."

 "Olabilir."

Dükkânın kapısından içeri boylu biri girdi. Göz göze geldik. Alparslan Alptekin. Buradaydı. Beni görünce afallayan ifadesini toparlayıp selam verdi. "Selamın aleyküm."

"Aleyküm selam," dedik. Banu'ya döndü. "Elbisenin işi bitti mi?" Banu, elbisenin yanına gidip askılıktan aldı. "Bitti Alparslan." Kafasını salladı. "Teşekkürler, borcumuz ne kadar?" Banu tebessüm etti. "Borç yok." Alparslan'ın kaşları çatıldı. "Ne demek borç yok?" Banu kafasını hafif yana eğdi. "Sizin yaptıklarınızdan sonra borç falan kalmadı aramızda," dediğinde o kaşlar daha çok çatıldı. "Öyle şey mi olur Banu, sen de bu işi hevesine yapmıyorsun. O farklı bu farklı." Duraksadı. "Hem belli mi olur belki benim de işim düşer size. Murat'la yardımcı olursunuz, o zaman ödeşiriz," dedi. Banu, "Peki," diyerek onayladı. "Borcun yirmi beş."

"Emin misin?" dedi tek kaşını yukarı kaldırarak. "Eminim Alparslan. Elbisenin çok bir işi yoktu ki zaten," dediğinde Alparslan da kabullenmişlikle parayı uzattı. Elli vermişti. Banu parayı alarak bizden biraz uzaklaştı. Kasaya geçmişti.

Bakışları bana döndü. "Nasılsın Gökçen?"

"İyiyim Alptekin, sen?" Soyadıyla seslenmeme şaşırmıştı. "Alptekin?" dedi. "Soyadın Alptekin değil miydi?" Sırıttı. "Şanım yayılmış galiba." Zekiydi. Yapmak istediğimi hemen anlamış, ona göre de cevabını vermişti. Ben de sırıttım. "Geldi geldi. Hatta şanın çok önce geldi de, seni tanımak yeni oldu diyelim." Gülümsedi. "Sevindim," dedi. Kaşlarımı çattım. "Neye?"

"Şanımın önceden gelmesine." Gözlerimi devirdim. Banu'ya baktım. Oyalanıyordu, bu hali de fazlasıyla belliydi. "Banu, bozamadıysan ben bozayım istersen," dediğimde yanakları kızardı. Fark ettiğimi anlamıştı. "Yok, yok. Bozdum." Elindeki parayı getirip verdi. Alparslan da parasını aldı, "İyi akşamlar size."

"İyi akşamlar," diye karşılık verdi Banu. Oralı olmadım. O da sadece bir bakış atıp çıktı dükkândan. Banu sırıtarak yanıma oturdu, "Ne oldu daha yeni sizin aranızda?" dedi. Gözlerimi devirdim. "İnan hiçbir şey olmadı Banu, imalı sözlerini ve o imalı bakışlarını çek üzerimden." Ayaklandım. "Bana da müsaade artık."

"Ay, tamam Gökçen. Sormadım farz et. Otursaydın biraz daha."

 "Ondan değil ya, artık gitsem iyi olacak. Annem de gelmek üzeredir eve."

 "Peki madem. Tekrar beklerim. Buyur gel, her zaman."

"İnşallah, sen de müsait oldukça gel bize. Evdeyim şu sıralar zaten," dedim. Beni onayladı, vedalaşarak çıktım dükkândan. Evin yolunu tuttum.

Eve gelir gelmez, mutfağa geçtim. Akşam yemeği var mı diye kontrol ederken annemin çoktan hazır ettiğini de görmüş oldum. Odama çıkmaya üşenerek, içeri geçtim. Elime kumandayı aldım. Öylesine televizyon kanallarını gezerken telefonum çaldı. Arayan Alçiçek'ti. "Efendim?"

"Nasılsın Almila?"

 "İyiyim Alçiçek, sen nasılsın?"

 "İyiyim ben de, yeni eve geldim de. Gelmişken seni bir arayayım dedim. Bir arkadaşın olduğunu hatırlatayım, belki unutmuştur dedim."

"Allah Allah, bak sen. İyi yapmışsın yapmasına da. Bana da sözlerin pek bir manidar gibi geldi. Hayırdır?" Sakinlikle konuşan Alçiçek, hızlı hızlı konuşmaya başladı. Sinirlenmişti yine, belliydi. Şu kısacık sürede tanımıştım onu. Ne zaman sinirlense bu tepkileri veriyordu. "Ne demek manidar sözler falan. Banu ile diyorum, sohbet koyu muydu diyorum, bayağı yakınlaştınız mı diyorum, ne oluyor da sana bu kadar yakın davranıyor diyorum. Diyorum da diyiyorum işte. Asıl sen cevapla," dediğinde güldüm. Alçiçek, iyi hoştu fakat acayip bir kıskançlığı vardı. Bu kıskançlığı da anlayabilmiş değildim. "Ya, dükkânın önünden geçiyordum da davet etti. Davete de icabet edilir malum. Öyle oldu yani. Sen nereden aldın duyumları?"

 "Abim dedi. Dükkâna gelmiş, orada görmüş."

"Hah, abin de hemen sana mı yetiştirdi?" Ofladı. "O kısım öyle olmadı canım." "Nasıl oldu canım?"

 "Almila, onu bunu boş ver. Madem sen davetlere icabet ediyorsun, ben de davet ediyorum."

"Nereye?" dediğim sırada "Bize!" cevabını verdi. "Gelemem şu an," diye söylendim. "Nedenmiş balım?"

"Alçiçekciğim daha eve annem gelmedi. Nereye geliyorum şimdi ben?" O sırada telefonumdan ses geldi. Başka biri daha arıyordu beni. Kulağımdan indirip baktığımda 'Mon Héros' yazısını gördüm. Abim arıyordu. "Alçiçek abim arıyor. Bir bakayım ona," dediğimde "Tamam sen bir bak, ayrıca bugün olmasa da davete icabet et." Gülerek, "Tamam icabet edeceğim," dedim. Onunla telefonu kapattığım an abimin aramasına yanıt verdim. "Efendim abim?"

"Kiminle konuşuyorsun sen iki saattir?"

"Yuh be abi, ne iki saati!"

"Annemle değil, onunla ben konuştum yeni. Babamın zaten telefonu kapalı, konuşamazsın." Alçiçek ve abim tam süper ikili olur. Birbirlerini iyi idare ederlerdi. "Alçiçek'le abi."

 "Ha, iyi bakalım. Ben geliyorum, ekmek veya bir şey lazım mı?"

"Yok, lazım değil, annem neredeymiş?"

"O da gelecekmiş, ben alayım seni dedim."

"Tamam, bekliyorum, sofrayı hazır ederim," dedim abimle de vedalaşıp kapattık. Televizyonu kapatarak ayaklandım. Gidip sofrayı hazır etsem iyi olacaktı.

🐞😼

"Senin yorumunu istemiyor, bilgini kullan, o bilgi üzerinden git diyor, bu sorular böyle yapılmalı, anlaştık mı?"

 "Anlaştık Gökçen abla," diyen Sarp beye gülümsedim. Akıllı çocuktu Sarp. O çok istediği hukuk gelirdi. Bunu yapabilecek bir çocuktu. Öncesinde adıyla tanımış olduğumuz bu beyefendi, Sarp Alptekin'di. Alçiçek ile Alparslan'ın kardeşi olan, Hacer teyzenin oğlu olan Sarp'tı. Üniversite sınavına hazırlanıyordu. Ablası sayısalcı olunca sözelde yardımcı olamıyordu. Alçiçek de sözel kısımda özellikle de tarih için bana gönderip olup olmayacağını sormuştu. Ben de seve seve kabul etmiştim. Zaten evdeydim ve kendim konu tekrarı yapmaktan başka bir şey yapmıyordum. Hatta evde olduğum süre zarfında tanıyamadığım mahalleyi de tanımaya başlamıştım. Annemle günlere gitmek de fazlasıyla yardımcı olmuştu.

Abim birkaç kez eğer istersem özel okul veya dershane gibi yerlere en azından bir süreliğine başvurabileceğimi dile getirmişti. Fakat istememiştim. Çünkü annem emekli olmadan önce hastanede çalışırken, abim valilik için çaba harcarken, babam görevden göreve koşarken, ben de başarıdan başarıya koşmuştum. Eve gelsem evde kimseler olmazdı. Ben de kendi başarılarım için gayret etmiştim. Bir süre sonra annem emekli oldu, babam emekli olmayı düşünmeden işine devam ediyordu. Annem emekli olduğunda en azından biraz daha evde vakit geçirir olmuştum ama bu vakitler kısaydı. Mahalleyi tanımayacak kadar kısa. Şimdi ise annemle hiç olmadığı kadar vakit geçirecek zamanı bulmuşken, anne-kız evde kalıp yapamadığımız onca aktivite varken, bu fırsatı kaçırmayı istemiyordum. Belki çoğu kişi için bunlar basite kaçabilirdi ama benim için çok özel şeylerdi. Alçiçek işinden gayet memnundu ve her sabah mutlulukla gidiyordu işine. Bazı günler yoğun oluyordu ama buna bile bir şey demiyor hatta mutluluğunu dile getirip duruyordu. Onun için tamamen seviniyordum. Sarp ile derslere başlamış, onu harika bir tempoya tutmuştuk, Alçiçek'le birlikte. Zaten abisi de dershaneye yazdırmıştı. Ayrıca dershanesine gidip geliyordu. Tabii bunlar bizim zorlamamızla değil tamamen kendi isteğiyle olan şeylerdi.

Sarp önündeki soruları arka arkaya çözerken abimden üst üste mesaj geldi.

Mon Héros: Ne yapıyorsun abisinin Mila'sı?

Sarp'ın soru çözen halini çekip attım abime.

Gökçen Almila: Ders! Ders! Ders!

Gökçen Almila: Sen de nasıl durumlar?

Mon Héros: İş! İş! İş!

Güldüm. Taklitçi, beni taklit etmişti.

Gökçen Almila: Kolay gelsin abilerin güzeli

Mon Héros: Teşekkürler kardeşlerin güzeli

Gökçen Almila: Nasıl ya, senin başka kardeşlerin de mi var?

Mon Héros: Kızım sen geri zekâlı mısın? Sen abilerin güzeli yazınca ben de öyle yazdım. Bazen diyorum ki kendi kendime, bu Mila, bu akılla nasıl başarılar elde etti.

Gökçen Almila: Abilerin en nemrudu! Konuşma benimle

Mon Héros: Bu kadınları anlamak zor ama kardeşleri anlamak daha da zor

Mon Héros: Almila dellendirme beni! Bak şimdi, akşama halı saha maçımız var, mahalleli gençlerle. Bugün erken gelmeye çalışacağım. Eğer geleceksen benimle haberin olsun istedim.

Abim bambaşkaydı benim. Başka abiler gibi kıskançlığıyla ne işin var orada demezdi. Ben varken kimse sana bir şey diyemez derdi. Kraldı kendisi. Ama o bilmese de olurdu.

Gökçen Almila: Tamam geleceğim. Haber verdiğin için teşekkürler

Mon Héros: Abisinin Mila'sı yapma bak böyle ya, ne yaptım ki hem?

Gökçen Almila: .

Mon Héros: Nokta da geldiğine göre anlaşıldı. Gelirken ne getireyim sana abiciğim?

Mon Héros: Benim büyümeyen kız kardeşim

Gökçen Almila: Büyümediysem abime, babama büyümedim

Mon Héros: Doğru abiciğim, başka kimseye böyle takılma sen zaten. Hadi söyle ne istiyorsun?

Gökçen Almila: Bir pamuk şekere hayır demem

Mon Héros: Mesaj alındı. Abin seni çok seviyor Mila'm

Gökçen Almila: Ben de onu çok seviyorum. Mon Héros'um.

Mesaj yerinden çıkıp sırıttım. Bu dünyada böyle bir aileye geldiğim için şanslıyım fakat böyle bir abim olduğu için daha çok şanslıydım bence. İyi ki ama iyi ki vardı abim. Sarp sorularını çözmeye devam ederken sessiz olmaya özen göstererek çalışma odasından çıktım ve rehberimden Alçiçek'i bularak aradım. "Efendim, canım arkadaşım," diyerek açınca telefonu gülümsedim. Bu kızın enerjisinden istiyordum. Net. "Nasılsınız, Bayan Mühendis Hanım?"

"Oy, bittim, yoruldum, koşuşturmaca hep ama mutluyum, hem de hiç olmadığım kadar." Ben de mutlu olacaktım inşallah, sonuçlar açıklanınca. Bekle beni, Ankara. Gökçen Almila Akşir, gelecek. Hem de öyle bir geliş olacak ki herkes onu konuşacak. Umarım. İnşallah. Tam olarak öyle olması dileğiyle. "İyi, iyi, çalış. Ülkemizin yeni icatlara çok ihtiyacı var. Böyle devam." Güldü. "Hiç merak etmeyin efendim, o iş bizde evvelallah."

"Azminize hayran kaldım madam."

"Teveccühünüz efendim."

"Neyse bak ben sana ne diyeceğim. Abimlerin akşam mahallenin gençleriyle halı sahaları varmış. Abim beni de istersem götürebileceğini söyledi. Sen de gelir misin?"

 "Bilemedim ki şimdi. Aslında gelmeyi çok isterim de. Abim de bugün akşam gelecek İstanbul'a. Anneme bir sormam gerek." Alparslan o günden sonra tekrar etraftan kaybolmuştu. Bunu sıklıkla yapıyordu. Bir gidiyor bazen gelmediği uzun süreler oluyor, hatta Hacer teyzeler ufacık bir haber dahi alamıyorlardı. Bazen de gidiyor ama kısa süre içerisinde geliyordu. Bugün de geri dönüş günüydü muhtemelen. "Tamam, sen bir sor, haber et bana da."

"Tamamdır canım, şimdi kapatmam gerek."

"Pekâlâ, kolay gelsin."

"Teşekkürler." Vedalaşıp kapattık. Mutfağa geçerek, annemin daha yeni yaptığı tahinli kurabiyelerden bir tabağa koydum. Yanına da daha dün yapmış olduğumuz ev yapımı soğuk limonatadan iki bardak koyup tekrardan çalışma odasına döndüm. Masanın bir köşesine tepsiyi bırakıp Sarp'ın neler yaptığını incelemeye koyuldum.

🐞😼

 

"Haydi Almila!" Bağırıp duran abimi göz ardı ederek, son kez aynada kendime baktım. Düşük bel, açık renk bir kot pantolon, bordo renkli, dirseğime kadar gelen kısa kollu bir tişört giymiştim. Saçlarımı salık bırakmış, aksesuar olarak sadece kolumda bulunan akıllı saat ile telefonum vardı. Aşağıya indim. Bugün babam evdeydi, birlikte akşam yemeği yemiştik. Annemin sofrayı toplamasında yardımcı olmuş, abimin 'hadi' ısrarlarıyla da odama geçerek üzerimi değiştirmiştim. Abim, siyah eşofmanının ceplerine ellerini koymuş, beyaz tişörtü ile havalı gözükürken yüzündeki asık ifade ise mahvediyordu. Gülerek yanına vardım. "Yakışıklılığını bozuyor bu asık surat." Gözlerini devirdi. "Dokuzda başlayacak maça biz on dakika geç gideceğiz, farkındaysan," dediği an sesimizi duyan babam olaya dâhil oldu. "Baybars, on dakika geç gitmek sana bir şey kaybettirmez ama bunun lafını yapman kardeşini üzebilir, işte o zaman bir şeyler kaybedersin oğlum, kaybettiğin şey de abiliğin olur," duraksadı hemen sonra devam etti. "Bilgilendirme yapayım dedim, sen gerekeni anladın." Abim sinirlendiği vakit ya da bu durumlarda bana karşı ufak bir şey de bulunduğu an annem ve babam konuya dâhil olur, aramızda sorun çıkmasını, birbirimize yanlış ifadelerde bulunup kalplerimizi kıracak olmamızı engellerlerdi. Aynı şeyi bana da uyguluyorlardı. Belki de ailemizin bu tutumu sayesinde biz bu kadar iyi anlaşabiliyorduk.

Abimin bakışları mavi gözlerimi buldu. "Kusura bakma ufaklık," sırıttım. "Sen yanlış bir şey demedin ki Mon Héros, merak etme." Gülümsedi. "Harbiden senin kahramanın mıyım?" dediğinde gülümsedim. "Tabii ki öylesin abi, bunu sorman hata." Mutluluğu daha çok arttı. Bu sırada beyaz spor ayakkabılarımı giydim. O da kramponunu giydi. Beni kolunun altına aldı. "Biz çıkıyoruz," diye seslendi. Bu seferki cevap annemdendi. "Dikkat edin kendinize." Evden çıktık. Abim kapıyı çektiği an Alçiçek'in sesini duyduk. "Selam." Bakışlarımı önce Alçiçek'e, ardından arkasında kalan daha bugün İstanbul'a ayak basan kişiyi gördüm. "Selam," diye karşılık verdim. Abim kolunu boynumdan çekip birkaç adımda Alparslan'ın yanına gitti. "Hoş geldin koçum." Kafasını eğdi hafifçe Alparslan. "Hoş bulduk kardeşim." Abimden çektiği bakışlarını bana ve Alçiçek'e çevirdi. Kısa süre içinde bakışları geri abime döndü. "Halı saha varmış."

 "Aynen öyle, senin bugün geleceğini bilmiyordum. Gel gidelim."

 "Bugün geleceğim sonradan kesinleşti kardeşim, ben aslında Alçiçek'i getirmiştim."

"Tamam, kardeşim de gel birlikte gidelim, oynamasan bile köşede kızlarla durursun." Alparslan'ın üzerinde gezdirdim gözlerimi. Baştan aşağıya simsiyahtı. Siyah eşofman takımını giymiş, siyah spor ayakkabısını tercih etmişti. Siyahlar içerisinde çok, çok farklıydı. "Gelelim bakalım." Onlar önden biz ardılarından ilerledik mahalle içerisinde.

Halı sahanın olduğu yere geldik. Ekip toparlanmıştı. Kendi aralarında konuşup bir ayar yaptıktan sonra sahanın içine girmeye başladılar. Abim yanıma geldi. Başıma bir öpücük bıraktı. Arkasından duyacağı şekilde bağırdım. "İyi şanslar abim." Bana göz kırpmakla yetinmişti. Biz de tribün yerine oturduk. Alçiçek aramızda kalacak şekilde oturmuştuk. Abimler maça başladılar. Top bir abimlerin takımında bir karşı tarafın ayağında dolaşıp duruyordu. Çok bir zaman geçmeden abimlerin takımından bir çocuk karşı tarafın oyuncusuyla çarpıştı ve feci derecede düştü. Alparslan dahi sahanın içine girip çocuğun başına toparlananların arasına katılmıştı. Çocuğu ayağa kaldırdılar ama topallıyordu, abime döndü. "Yok, abi, ben bu ayakla oynayamam." Abimin bakışlarının hedefi Alparslan olmuştu. Alparslan tabii ki bu bakışları anlamıştı. "Oynamasam mı? Malum yorgunluk falan," diye mırıldanırken, abim iyice onu hedefi haline almıştı. "Kardeşini yalnız mı bırakacaksın be oğlum?" diyerek onun ayarlarıyla oynamaya başladı. Alçiçek yanımda kıkır kıkır gülmeye başladı. "Abim kolay kolay kanan biri değil ama," dediğinde Alparslan oflayarak, "Tamam lan ağlama," deyince Alçiçek devam etti. "Amâsı buydu işte. Kolay kolay kanmaz lakin konu sevdikleriyse kendinden taviz de vermeyi bilir," dediğinde yüzümde istemsiz bir gülümseme oldu. Alparslan'ın az çok karakteri belliydi zaten. Bunu yapabilecek birisiydi o. Çocuğun koluna girip sahanın dışına çıkardı ve bizim önümüzde kalan yere oturttu. Gözleri çok kısa sayılacak bir dilimde benim mavilerime değip geçti. O kahve gözlerde farklı şeyler vardı fakat buna dur demezsem, o gözlerdeki farklılığı bulmak için uğraşırsam, olan bana olacak gibi hissediyordum ve ben bu bir şeyleri kurcalama huyundan ise nefret ediyordum. Tekrardan sahanın içine döndü ve kendi kendine ısınma hareketleri yaptı. Sonradan da devam ettiler, kaldıkları yerden.

Top bir süre ortalıkta döndü. Neden sonra karşı takımda ki çocuğun biri ayağında ki topu sürerek abimlerin kalesine doğru ilerledi. İyi çalımları vardı. Abim, çocuk kaleye yaklaştığı an ayağında ki topu aldığı gibi bu sefer o diğer kaleye ilerlemeye başladı. Onu hemen ilerisinde bekleyen Alparslan'a pas attı. Alparslan topu aldığı gibi ilerledi ama karşı takımda ki başka oyuncular önünü kesince etrafına hızla bir bakış attı ve kendi kalelerinin olduğu kısma gelmeye başladı. Bir an yanlış kaleye gidiyorsun, diye bağırmak istesem de kendimi zor tuttum. İlla ki farkındaydı. Tam orta saha alanında duraksadı, tekrar etrafına baktı ve yönü kendi kalelerine dönükken topu ayağının arka topuğuyla yönü abime dönük olmadan attı topu. Top abimin olduğu alana ilerledi ve abimin ayağına geldi. Abim hızlı bir manevrayla kaleye gidip şutunu attı ve gol oldu. Alçiçek yanımda çığlık çığlığa bağırırken ben şaşkınlıkla bakınıp kaldım. Abim ile harika bir ikili olmalarını geç, acayip iyi top oynuyordu. Abim bize bakındı, gülümsedi. Onun bakışları bize döndü, Alçiçek'e tebessüm etti. Benim şaşırmış halimi fark etti ve göz kırptı. Bana göz kırptı. Bana.

Onlar sevinçlerini yaşarken, "Kim kazanıyor kızlar?" diyerek ortaya giren Esra ablaydı. Mahallemizde Onur abimizin eşiydi. Oğlunu kucağına aldığı gibi gelmişti. Onur abi de abimlerin takımındaydı. "Bizimkiler abla," dedim. Güldü. "İşte kimin kocası," dediğinde bu sefer gülen bendim. Sahaya ilerledi. Oğlu Can'ı havaya kaldırdı. "Bak anneciğim baba!" Can bir buçuk yaşında bir bebekti. Ellerini çırptı. "Ba-ba," diye heceledi. Onur abi onların sesini duyunca sahadan çıkmadan onların olduğu alana geldi ve sahanın demirliklerinden birbirlerinin ellerini tuttular. "Oğlum," dedi, hem de öyle bir dedi ki, o 'oğlum' kelimesi içtenlikle denildiğini hepimiz fark etmiştik. Onur abi gülerek kendi takımına baktı. "Gençler benim şanslarım gelmiş, ikinci gol benden!" diye bağırdı. O sıra onunla göz göze geldik. Öyle bir baktı ki, bu bakışın tarifini yapamazdım ben. Bunun tarifi olamazdı. Bu bakışları ben hayatımda ilk defa yaşıyordum. Bu abimin bana baktığı gibi bir bakış değildi. Babamın şefkat dolu, annemin sevgi dolu bakışlarından değildi. Bu beğeni dolu veya arkadaşça bakılan bir bakışta değildi.

Bu farklıydı.

Bakışı farklıydı.

Düşünceleri farklı.

Mesleği farklı.

O farklıydı.

Aşk dedikleri şeye hiçbir zaman inanmamıştım. Aşk yoktu benim lügatimde. Görüyordum çevremden. Aşığım diyebiliyorken birine, ondan ayrılınca da bir diğerine aşk diyordu. Aşk bu olamazdı. Aşk dedikleri bu kadar kirli bir duygu olmamalıydı. Sevgi dedikleri duygu, herkese duyulan bir şeydi. Bir insana, bir ağaca, bir hayvana... Sevgi herkese duyulurdu. Her bir canlıya. Bana göre Sevda vardı. Hayatına bir kez uğrayan bir duygu. Bir kişiyi sevdiğin, seyirlik değil ömürlük dediğin o duygudur, Sevda. Hecelere bile ayrılamayan bir kelimedir, Sevda. Bu duygu hayatında bir kez gelir ve geldiğinde ya yakalarsın ya da elinden kaçırırsın. Sevda, kaderindeki kişidir. Nasiptir, Sevda. Kirli olmayan bir duygudur.

Ve Sevda'nın rengi mavidir, bence.

Gökyüzü kadar,

Deniz kadar sonsuzdur, Sevda.

"VIII"

"Gecenin sessizliğinde, beklenmedik bir fısıltıyla örülür kader; bazı karşılaşmalar, ruhun en derin kuytularında yeni bir başlangıçtır."

 

Gözlerimi kapattım ve kendimi esen rüzgârın ahenklerine bıraktım, bir dalgalanma gibi bedenimde gezinmesine izin verdim. Yüzümü yalayıp geçen tatlı mehtaplara boyun eğdim, her bir ışık damlası ruhumu okşuyordu sanki. Hissettim. Derin bir huzur buldum. Sürekli konuşup duran beynimi susturdu bu esinti, düşüncelerimi bir köşeye atarak zihnimde hüküm süren kaosu dindirdi. Yüreğimdeki sızıyı hafifletti, adeta görünmez bir elle yaramı sardı. Aldığım nefes ciğerlerime yetmezken, beni başka diyarlara alıp gitti, sanki zaman ve mekân kavramları eriyip kaybolmuştu.

Şu yaşımda, yirmi dördümde, bedenimin değil ruhumun yorulduğunu hissediyordum. Bunu ne zaman birilerine desem, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle "Yaşın yirmi dört, daha ne derdi?" diyorlardı. Oysa sıkıntılar yaş dinlemiyordu ki. Kiminin sıkıntısı dağlar kadar büyük, kiminin ki minik bir çakıl taşı kadar, ama o sıkıntı vardı, varlığını acımasızca hissettiriyordu. Gözlerimi açtım. Güneşin batışı, kızıl ve morun bin bir tonuyla tam karşımdaydı. Gökyüzü, bana şahane bir resim sunuyordu, her fırça darbesiyle ruhumu besleyen bir tablo.

Etrafta koşuşturmaca içerisinde olan insanlara baktım. Her birinin omuzlarında kendine göre bir yük, ruhlarında kendine göre bir sıkıntı vardı. Annesinin elinden tutmuş, yüzü asık olan, yaklaşık dört yaşlarındaki o kız çocuğuna sorsam eminim ki o da, o minicik yüreğindeki hüznü, yüzünün asıklığının sebebini söylerdi. Aslında bizleri yoran, en çok da insanlar oluyordu ya, birbirimize taşıdığımız ağırlıklar... Derin bir nefes verdim. İçimdeki her şey gitsin istedim, o ağırlıklar dağılsın, rahat bir nefes alayım. Gitmedi. Sanki ruhuma yapışmış, ayrılmak istemeyen bir pranga gibiydi.

Yanımda boş duran banka birileri oturdu. Bluetoothlu kulaklığımı kulağımdan çıkardım ve yan tarafıma döndüm. Gördüğüm kişiyle gözlerimi devirdim, içimden bir isyan yükseldi. Tekrar önüme döndüm ve kulaklıklarımı taktım, yanımdaki kişiyi hiç görmemişim gibi davranarak. Bugün abim eve geç gelecekti, önemli bir toplantısı vardı. Babam her zamanki gibi evde olmayacaktı, devletin işleri onu bekliyordu. Annemi ise akşamüzeri dernekten aramışlardı, acil bir konu olması sebebiyle gitmek zorunda kalmıştı. Eve sığamamıştım. Kendimi buraya, sahil kenarına atmıştım. Aile grubuna da kısa mesaj yazarak, bana ulaşamazlarsa endişe etmemelerini yazmış, internetimi kapatmıştım. Herkesle bağımı kopartıp kendimle kalmak istedim, ruhumu dinlendirmek, sadece kendime ait olmak.

Kulaklığım çıkarıldı. Sinirle yanıma döndüm. "Ne halt yiyorsun sen?" Ukalaca, "Yanına gelen herkese böyle misin sen?" dedi. Cıkladım. "Bu davranış sana özel." Ofladı. "Çocuk muyuz biz, Gökçen? Bu davranışlar ne?"

"Çocuklukla alakası ne Alparslan? Yalnız kalmak istiyorum, yanımda bitiyorsun," kolumdaki saate baktım. "Tam tamına yarım saattir bu böyle," dedim. Kendi saatine bakıp konuştu. "Sen onu kırk beş dakika de, çünkü on beş dakika seni bulmaya çalıştım." Tek kaşımı yukarı kaldırdım. "Devletin adamı değil misin sen? İstesen saniyesinde bulurdun sen beni," dedim dalga geçerek. "Bu tür işlere devleti karıştıramam, sonuçta benim de bir imajım var," dedi, beni devam ettirerek. Pes ederek ofladım. "Tamam, şimdi söyle bana. Ne istiyorsun?" Omuzlarını silkti. "Hiçbir şey." Bakışlarını güneş batmak üzere olan deniz manzarasına çevirdi. "Abin aradı, şu an evde kimsenin olmadığını, senin ise canının sıkkın olduğunu, yanına Alçiçek'i göndermemi rica etti. Fakat mesaiye kalan kız kardeşim evde olmadığını dile getirdim. Sevgili abin de eğer işim yoksa senin yanında olmamı istedi. Ben de kabullendim." Uzun uzun açıklamasını dinledim. Abimin içi rahat etmemiş, peşime birilerini takmıştı.

Kahve gözlerini, benim yeşil-mavi hatta gri renklerin karışık olduğu gözlerime değdirdi. Şaka değil, arkadaşlar. Göz rengim aslında yeşilimsi bir tondu fakat arada giydiğim kıyafetler nedeniyle mavi olurken, üzgün olup ağladığımda ise grimsi bir renge dönüşüyordu. Yeşile yakın bir griliğe. "Şimdi söyle bakalım Kara Kedi, canını sıkan şey ne?" Güldüm. "Kara Kedi ne ya?" Şaşırmış gibi yaparak, "İzlemedim deme sakın," deyince ben iyice gülmeye başladım. "Mucize: Kara Kedi ve Uğur Böceğinden mi bahsediyorsun sen?" dedim. Kafasını hızla salladı. "Ta kendisinden bahsediyorum."

"İyi de orada Kara Kedi, erkek." Yüzüme bakındı. "Ne?" dedim. "Buna mı takıldın gerçekten?" Omuzlarımı silktim. "Ben realist birisiyim. Gerçeği neyse o!"

 "Ama ben seni tam olarak Kara Kedi'ye benzettim." Tek kaşımı yukarı kaldırdım. "Sen de Uğur Böceği mi oluyorsun yoksa?" Düşündü. "Galiba evet," devam etti. "Hadi ya, seni mi kıracağım, Kara Kedi ben olurum, sen ol Uğur Böceği."

"Üçkâğıtçı seni, karıştırdın karakterleri, doğrusunu duyunca da hemen dönüş yap."

 "Teessüf ederim hanımefendi," gözlerimi devirdim. Bu Alparslan, neymiş böyle de haberimiz yokmuş işte. "Sarp izlerdi, ben de ona eşlik ederdim," diye konuşmaya devam etti. "Hadi itiraf et, sevdiğin için izliyordun."

"Yo," dedi, 'o' harfini uzatarak. Kafamı hafif açıyla eğdim. "Yemedim." "Tamam, seviyordum, evet!" Güldüm. "Ben de seviyordum." Sırıttı. "Harbi eğlenceli bir şeydi ama," kafamı salladım. "Kesinlikle."

Sustuk. Önümüzden çay satan bir çocuk geçene kadar da konuşmamıştık. Alparslan, yerinden kalkıp çocuktan iki bardak çay aldı. "Şeker atıyor musun?" diye sorduğunda kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Çocuğa ücreti ödeyip tekrar yerine oturdu. Elindeki bir bardağı da bana verdi. "Teşekkür ederim." Kafasını sallamakla yetindi. O da şeker kullanmıyordu. Çayımdan bir yudum aldım. "O zaman dökül bakalım Uğur Böceği, neye üzüldün?" Bakışlarımı çaydan çekip denize çevirdim. Hava iyice kararmaya yüz tutmuştu. Güneş çoktan batmış, yerini aya bırakmıştı. "KPSS sonuçları açıklandı."

"E, kötü mü sonuç?"

"Değil."

 "O zaman sorun ne?"

"İstediğim gibi de değil çünkü sınırdayım. O çok istediğim yere gidip gitmeyeceğim belli değil. Meclisin aldığı geçen yılki puan olarak tutuyor ama bu yıl ne olur belli değil. Sorun da burada işte."

"Belki yine aynı puanla alır."

 "Belki," ona döndüm. "Belki, bir ihtimal."

"Sıkma canını bunun için Gökçen. Olacakla öleceğe çare yoktur."

"Öyle öyle de bir de gel bunu yüreğime anlat."

 "Sen yüreğini ferah tut. Kazandın. Ben eminim." Bakışlarım onu buldu. Onun kahve harelerini. Tebessüm etti ve o tebessümü kalbimde ılık bir melteme sebep oldu. İstemsiz gülümsedim. "Umarım."

Kolundaki saate baktı. "Hadi kalk bize gidiyoruz." Gülümsemem kayboldu, "Sana iyi günler Alptekin! Ben evime geçiyorum." Ayağa kalktım. Elimde bitmiş olan bardağı en yakınımda olan çöpe attım. Çantamı omzuma takıp ilerledim. Hatta ilerleyemedim. Kolumu tutup adımlarımı kesti. Bezgin bir ifadeyle ona döndüm. "Efendim Alptekin?" Tek kaşı yukarı kalktı. "Yeri gelince Alparslan, yeri gelince Alptekin." İşaret parmağımla başımı gösterip, "Kafama göre," dedim, güldü. "Ah, Gökçen, ah!" "Ahlayıp vahlama Alptekin, evine git." Çok fazla göze batmamaya çalışarak Alparslan'ı izleyen adamlarına kısa bir bakış atarak, "Gariplerim de senin yüzünden sürekli ayakta ve tetikteler." Bunu tamamen onunla uğraşmak için demiştim. Abimin de kendince şoförü varken, babamın da korumaları vardı. Onlar devlet için canlarını vermeye hazır olan yiğitler idi. Onlar bu devlet için önemliydi. Ve önemli kişiler mutlaka açıktan veyahut gizliden korunmaktaydılar. Onlara, gözünün ucuyla bile bakmadan "Farkındayım, bana kalsa hiç gerek yok ama üstlerime anlatamıyorum," dediğinde içimden bir cız sesi geldi. Ben ciddiye alacağını düşünmemiştim. Yanlış anlaşılmaktan korunmak için hemen konuştum. "Hayır, hayır! Yanlış anlaşıldı. Ben takılmak için demiştim. Yoksa babam ve abimden sebep, özellikle babamdan dolayı bu konulara hâkimim. Sen istesen de istemesen de bu gerekli. Hatta sadece sen de değil, ailen için bile gerekli..." Yüzüne yakışan tebessüm tekrar yerini aldı. "Biliyorum takıldığını fakat bu konudan muzdaribim." "Babam ikisin resmen," dediğimde ağız dolusu güldü. "Severim Aybar amcayı," sırıttım. "Ne tesadüf, o da seni pek sever." Aklım yine o güne gitti. Babamdan Alparslan'ı duyduğum ilk güne. O an kelimeler benden bağımsız döküldü. "Ben seni, ilk babamdan duyup dinlemiştim." Sessizlik çöktü aramıza. O an dediğim kelimelerin çok farklı yerlere de gidebileceğini fark ettim. Yüzüm utançla yandı. Kaçamak bakışlar ile baktım. Çok içten bakıyordu. Sanki... Sanki içimden geçen duyguları anlayacak kadar içtendi bakışları. Yutkundu. Yutkundum. Boğazını temizledi. Kolundaki saate baktı. "Hadi be kızım, bu akşam evdeyken maçı izleyebileyim bari." Konunun değişmesiyle hemen konuya dâhil oldum. "Kimin maçı? Sen takım da mı tutardın?" Göz devirdi. "Neyim ben uzaylı mı?" Boş bulunarak, "Yo," dedim. Gözlerini kısarak baktı. "Öyle görmediğin için eyvallah o zaman." Kahkaha patlattım. "Pardon efendim, kırdık mı?"

"Yok, canım, ben bir robotum. Kırılma gibi bir duyguya da sahip değilim kesinlikle." Yüzüne eğildim. "Hakikaten kırdım mı?" diye sordum ciddiyetle. Gözlerini kocaman açarak baktı bana. "Gökçen, sen nasıl bir kızsın." Devam etti. "Hayır, kırılmadım. Sen takılınca ben de takılayım ha, demiştim. Ama bazen öyle bir an oluyor ki küçük bir kız çocuğu gibi inanıyor ve bunu sorguluyorsun." Bu sefer göz deviren bendim. Hemen yan tarafımda bulunan çimene oturdum. Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Madem beni almadan gitmeyeceksin, o zaman gelmeyeyim de o çok istediğin maçı da izleyemeyesin." Ofladı. "Gökçen, çocuk musun sen?" Bu soru kafama sert bir darbe yemişim gibi hissettirdi. Ben ailem hariç kimsenin yanında böyle davranmazdım. Ne yapıyordum ben? Ah, Gökçen! Hızla ayaklandım. "Haklısın, kusura bakma. Bir an boşluğuma geldi. Şey, maç kimindi?"

 

 "Fenerbahçe'nin," dedi sakin bir tonla. Heyecanla, "Harbi mi?" Güldü. "Harbi, hayırdır sen de mi Fenerlisin?"

 "Tabii ki oğlum! Bizim aile ful Fenerli." Kafasını salladı. "Aybar amcayla Baybars'ı biliyordum ama seni beklemiyordum."

 "Neden? Kadınlar futbol ile ilgilenemez mi?"

"İlgilenebilirler tabii ki. Sadece seni dışarıdan gördüğüm kadarıyla düşünmüyordum ama ilgilenmen bence gayet güzel. Herkesin her şeyde bilgi sahibi olması gerekir. O bilgiyi kullanır, kullanmaz ona kalan bir şey. Ama bilinmeli." Kafamı salladım. "Kesinlikle katılıyorum," devam ettim. "O zaman acele et, Alptekin! Takımımızın yanında olalım!" Güldü. Benim hızlı adımlarıma ayak uydurdu.

Hacer teyzem bizi kapıda yüzündeki gülümsemesiyle karşıladı. Alparslan hızla salona geçerken biz ayaküstü Hacer teyzemle sohbet etmiş, sonradan salona geçmiştik. Şimdi de Alparslan'ın açmış olduğu maçı izliyorduk. Hasan amca evde değildi. Kahvehaneye gitmiş. Alçiçek zaten mesaiye kaldığı için evde yoktu. Evde sadece televizyondan gelen ses vardı. Alparslan, maça kitlenmiş şekilde izlerken ben ise diken üstünde oturuyordum. Hacer teyze, iyiydi, hoş kadındı ama imalı tavırları insanı bezdiriyordu be! Eline aldığı bebek yeleğini örerken bakışları bir bana bir Alparslan'a bakıyor, kendi kendine gururlanarak gülüyordu. Bakışlarımı televizyonda tutmaya çalışıyordum. Hacer teyzenin imalı bakışlarını görmemek için üstün çabalar harcıyordum resmen.

"Anne, içecek bir şeyler yok mu ya?" diyen Alparslan'a, "Var oğlum, çay koymuştum ocağa. Olmuştur belki. Bir bakayım," diyerek elindeki yeleği bırakacakken ben atladım. "Ben bakarım Hacer teyze." Ama demesem daha mı iyiymiş ne, arkadaşlar! Kadın bu dediğime de gülümseyerek ve imalı bakışlarını yollayarak kabul etti. Yok, olmuyordu. Bu kadın ciddiydi! Mutfağa geçip ocaktaki çaya baktım. Demlenmiş, hazırdı. Birkaç defa Alçiçek için bu eve geldiğimden az çok eşyaların yerlerini öğrenmiştim. Tepsiyi alarak, çay bardaklarının bulunduğu dolabı açarak bardakları tepsiye dizdim. Ne Hacer teyze ne Alparslan ne de ben, şeker atmıyorduk. Hacer teyze şeker atmıyor ha? E, gelip gittiğimiz için öğrenmiştim. Annem de şekersiz içerdi, çayı, kahveyi. Peki ya, Alparslan'ı ne ara öğrendin? Kendi iç sesimin bile bana düşman kesildiği vakitlerde derin bir nefes aldım. Daha bugün sahilde içtiğimiz çaydan biliyordum.

Çayları doldurup tepsiyi elime alarak mutfaktan çıkacakken Hacer teyzenin sesi duyuldu. "Kuzum, buzdolabının yanındaki dolapta da kuruyemiştir, atıştırmalıktır var orada. Sana zahmet koyuver."

"Tamam, Hacer teyze." Dediği yerden alıp çerezlik tabaklarına koydum. O tabakları da tepsiye yerleştirip mutfaktan çıktım. Hacer teyzeye tuttum ilk olarak. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle aldı çayını. "Allah razı olsun kuzum." Gülümsemekle yetindim. Yönüm Alparslan'a döndü. Ellerim değil ama içim titredi. Kahve hareleri televizyondan bana döndü. Bir bana bir tepsiye baktı. Yutkundu. Çayına uzanıp aldı. Tekrar gözleri gözlerimi buldu. O sıra Hacer teyze ima kokan sesiyle, "Ah, ah, şu oğlan bir evlense de Alçiçek gibi bir kızım daha olsa ne güzel olur," dediğinde elim de titremeye başladı. Hızla ortadaki sehpaya bıraktım tepsiyi. Bir şey çaktırmamaya çalışarak çerez kaselerini önlerine bıraktım. Alparslan, anlamıştı halimi. Anlamasa şaşardım. "Anne!" dedi uyarı niteliğinde. Hacer teyze, "Ne var paşam, haksız mıyım?" diye sorduğunda, "Benden iş çıkmaz anne," dedi. Hacer teyze gözlerini devirdi. "İş çıkmasın zaten senden. Bu gidişle olanları da kaçırırsın sen. Benim torun sevmeye hakkım yok, anladım ben," diye sitem etti. Ortalığı durgunlaştırmak için "Hacer teyzem, bunların nesli böyle. Bak abime o da otuza merdiven dayadı, evlenmek diye bir sözcük yok lügatinde," dedim. Alparslan, Hacer teyze'den önce davranarak, "Tabii biz evlenelim de sizin de önünüz açılsın demi? Yok öyle!" dedi. Bu sefer gözlerimi devirdim. "Alçiçek'i bilemem ama benim öyle bir düşüncem hiç yok! Bekârlık, sultanlık değil; imparatorluktur!" Alparslan ile bakışma yaşarken Hacer teyze gülmeye başladı. "Aman ilahi çocuklar, ben sizi ileride görürüm. Şimdi böyle demek iyi geliyor size." Ne o ne ben bir şey demedik. İçerideki sessizliği telefonum bozdu. Arayan annemdi. Açar açmaz "Annem, ne yaptın?" dediğimde, "Geleceğim eve kuzum, abin bekle ben alayım dedi, onun da işi bitmiş," demişti. "Tamam, ben Hacer teyzelerdeyim."

 "Tamam, annem, görüşürüz."

 "Görüşürüz," diyerek kapattım telefonu. Merakla bakan gözlere açıklama yaptım. "Abim annemi alıp gelecekmiş de." Kafasını salladı, Alparslan. Tekrardan televizyonda ilerleyen maça baktı. Hacer teyze de yeleğini örmeye devam ederken yine bir telefon sesi duyuldu. Bu sefer Alparslan'ın telefonu çalıyordu. Koltuğun üzerine atılı duran telefonu eline alarak arayana baktı ve hemen ardından cevapladı. Yanımızdan ayrılarak, odadan çıktı. Hacer teyzemle birbirimize bakındık. "Önemli olsa gerek," dediğinde kafamı salladım. Sessizlik hâkim oldu yine. Tam tamına iki dakika sonra Alparslan odaya geldi. Moralinin bozuk olduğu anlaşılıyordu. Hacer teyze benden önce davranarak, "Ne oldu annem?" diye sordu. Alnına dökülen buklelerini eliyle geriye attı. "İşim çıktı anne. Çıkacağım hemen." Sıkıntılıydı. Bu her halinden belliydi. Bakışları kısacık bana değip geri odadan çıktı ve büyük ihtimalle kendi odasına geçti. Hacer teyzenin mırıltısı hâkim oldu odaya. "Rabb'im ayağına taş değdirmesin." Âmin, dedim. Her birini korusun, Rabb'im.

Gecenin bir yarısı olmuştu. Uyku denen şey gelmiyordu bir türlü, gözlerim yatağın tavanında asılı kalmıştı sanki. Oflayarak solumdan sağıma döndüm, bir an bile yerimde duramıyordum. Alparslan gittikten kısa bir süre sonra Alçiçek gelmiş, onun ardına da annemler gelmişti. Hacer teyzenin ısrarlarına rağmen annem, 'geç olduğunu, abimin yorgun olduğunu,' dile getirmiş, nihayet eve gelmiştik. Abim, teşekkür babında Alparslan'ı aramıştı ama telefonu kapalıydı. Annem ile kısa bir görüşmeden sonra odama çekilmiştim. Abim de yanıma gelmiş, moralimi bozan sınav hakkında konuşmalar yapmış, bugünkü halimle ilgili sorular sorup cevaplarını aldıktan sonra yanımdan ayrılmıştı, içimi biraz olsun rahatlatarak.

Saat, gecenin ikisine gelirken yatakta dönüp duruyordum. Abim koyu Fenerli olmasına rağmen yorgunlukla odasına çekildiği için maçı izleyememişti. Fakat ben takip etmiştim. İki-sıfır biz almıştık. Oflayarak, sırtüstü döndüğüm esnada yanı başımdaki komodinim üzerinde bulunan telefonum titreşmişti. Telefonuma uzanarak, elime aldığımda WhatsApp'tan bir mesajım olduğunu ve mesajın yabancı bir numaraya ait olduğunu görmemle paniklemiştim. Yatağımda doğrulup mesajı okudum.

0553....: Hayırlı geceler Gökçen. Ben Alparslan, senin tabirinle Alptekin, bugünkü bize koyduğum lakaplarla Kara Kedi.

Güldüm. Kendini böyle tanıtanı da ilk defa görüyordum.

0553...: Telefon numaranı bugün abin bizzat kendisi vermişti. Fakat telefona ihtiyaç olmadan seni bulduğum için bu durumu daha yeni öğrenmiş bulunmaktasın.

0553....: Ben yine saçmalıyorum, sen bu dediklerimi boş ver (mesaj silindi)

İşte buna harbiden gülmüştüm. Çünkü bu mesajı yazdıktan sonra silmişti ama ben bu silinen mesajları da göstermesi için bir uygulama yüklemiştim. Onun sildiği ve benim görmeyeceğimi düşündüğü mesajı şu an okuduğum gibi mesajın içeriği de hem komik hem tatlı gelmişti. Çevrimiçiydi şu an.

Gökçen Almila: Hayırlı geceler, Alptekin.

Gökçen Almila: Sorun değil.

Gökçen Almila: Senin numaran ise kayıt ediyorum.

Anında cevap geldi.

Alparslan: Evet, bu numara bana ait.

Alparslan: Abin de aramış beni ama o sıralarda kapalıydı telefonum. Şimdi geri dönüş yaptım fakat açan olmadı. Yanında mı acaba?

Saatten haberi var mıydı acaba?

Alparslan: Ah, kusura bakma lütfen. Saat fazlasıyla geç olmuş. Seni de rahatsız ettim.

Gökçen Almila: Estağfurullah ne rahatsızlığı, abim bugün biraz yorulmuş, büyük ihtimalle uyumuştur.

Alparslan: Anladım.

Çevrimiçi olarak kalmıştı, ben de aynı şekilde bekliyordum. Ne o ne ben yazamamıştık. Hem bizi de anlamış değildim. Yeri geliyor yıllarca birbirimizi tanıyor gibi hareket ediyorduk yeri geliyor iki yabancı gibi davranıyorduk. Neydi bu şimdi? Daha birkaç saat önce sahil kenarında hasbihal ederken, telefonda yazışırken tam bir resmiyete bürünmüştük.

Alparslan: Sen neden yatmadın daha?

Gökçen Almila: Uyku tutmadı.

Alparslan: Anladım.

Gökçen Almila: Fener iki-sıfır aldı maçı.

Gökçen Almila: Haberin yoksa diye şey ettim.

Alparslan: Teşekkür ederim:) kazandığımıza sevindim. Ne kadar maçı izleyemesem de.

Gökçen Almila: Abim aradığında telefonun kapalıydı, bir sorun yoktu değil mi?

Konudan konuya atlayan Almila gibi olun arkadaşlar! Adam MİT Amiri, adama sorun yok değil mi diye soruyorsun Mila!

Alparslan: Gereken yapıldı, yapılmaya da devam ediyor diyelim.

Gökçen Almila: Anladım.

Gökçen Almila: Rabb'im yardımcınız olsun.

Alparslan: Âmin.

Alparslan: Daha fazla geç olmadan yat sen de.

Gökçen Almila: Peki, hayırlı geceler.

Alparslan: Hayırlı geceler.

WhatsApp uygulamasından çıkarak telefonu tekrardan komodine bıraktım. Yüzümde kasılan kaslar sayesinde gülümsediğimi anladım. Neydi bu?

 Gökçen Almila Akşir, ilkleri yaşıyordu.

 

 
 
 

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.
  • Instagram
  • X
  • Spotify

© 2025 by Melike Saliha Akbak.

bottom of page