ÜSTEĞMENİM
- Melike Akbak
- 3 Mar
- 61 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 Eki

Üsteğmenim'in ikinci kitabının bölümleri yayınlanmaktadır.
"Şehit Töreni"
Bölüm 1
"Çağırıyor bizi mazi,Ya şehidiz ya gazi..."[1]
🕊️
Bir yaz akşamıydı, takvimler 19 Ağustos'u gösterirken, hayatımın en acı sayfasına kapı aralıyordu. Saat yedi civarıydı ve babam, tam elli yedi gün süren bir operasyondan nihayet dönmüştü. Bu uzun ayrılık, her bir saniyesi özlemle dokunmuş, sanki bir asır gibi uzayıp gitmişti. Babamın varlığı, bir gölge gibiydi hayatımda; bazen öyle uzun süreliğine kayboluyordu ki, onun gerçekliğini dahi sorgular oluyordum. Ama o gün, eli kanlı, alnı ak, sağ salim bize geri dönmüştü. Furkan Aslan... MİT'in isimsiz kahramanı, kendini vatanına adamış bir yiğit. "Ailesiz olur da Vatansız olmaz" diyen, canını vatan için feda etmekten çekinmeyen koca yürekli babam. O gün, tüm ailemi şehit verdiğim o uğursuz gündü.
Babamın gelişiyle içimizi saran tarifsiz bir sevinçle, alışveriş merkezine gitmek üzere yola koyulmuştuk. Belki bir dondurma yiyip, yeniden bir araya gelişimizin kutlamasını yapacaktık. Kardeşim Esma ile adeta kelebekler gibi çırpınarak hazırlanmış, annemle babamın peşinden sürüklenmek için sabırsızlıkla kapıda bekliyorduk. Müstakil evimiz, sakin bir semtte, benzer kaderleri paylaşan birkaç kahraman ailesiyle çevriliydi. Meğer o evlerde de babam gibi yiğitler, sessizce vatanlarına siper olmaktaydı.
Evimizin tahta penceresinden dışarıya bakan Esma'nın sesiyle irkilmiştim. Bahçede babamın iş arkadaşı Mithat amca, arabamızın etrafında dolaşıyordu. Tanıdık bir sima olduğu için pek önemsememiştim. Kim bilebilirdi ki, güven duyduğumuz bu adamın içimize sızmış bir vatan haini olduğunu? Annemle babamın sesleriyle banyoya yönelip abdest almıştık. Annemin "Yolda başımıza ne hal geleceğini bilemeyiz anneciğim. Biz önlemimizi alarak dualarımızı okuyalım ki bizlere zırh olsun" sözleri, o anın ne kadar derin bir anlam taşıdığını fısıldıyordu kulağıma. Dualarımız dudaklarımızdan dökülürken, kulaklarımızı sağır eden bir patlama yankılandı. Her birimiz farklı yönlere savrulurken, başımı sert bir cisme çarptım. Bilincimi kaybettiğim o an, sonsuzluğa uzanan bir boşluk gibiydi. Gözlerimi hastanede açtığımda, ailemin şehadet haberini almak yerine, canımı orada teslim etmeyi diledim. Lakin Rabbimin kaderine razı gelmem gerektiğini, imtihanımın bu olduğunu idrak ettim. O günden sonra sustum, içimdeki isyanı bastırmak, bu acıyı dillendirmemek için...
Amcamlarla kalmaya başladığım o günden beri, Evsa'nın bana karşı duyduğu kin, gün geçtikçe büyüyordu. Nedenini bilmiyordum; ona ne yapmıştım da bu kadar cephe almıştı bana? Oysa amcamlarda kalmaya başladığımdan beri aramızdaki bağ tamamen kopmuştu. Başımın uğultusuyla eczane dolabından keskin bir ağrı kesici alıp mutfağa geçtim. Bir bardak suyu yudumladıktan sonra parmaklarımla şakaklarıma masaj yapmaya başladım. Başım çatlıyordu sanki. Mirzalardan tam dört saattir haber alamıyorduk. Ali Binbaşı'yı defalarca aramış, ancak cevap alamamıştım. Sonunda bir asker, Binbaşı'nın beni bilgilendireceğini söyleyip telefonu kapatmıştı. Mirzan'ın kız kardeşi Betül ile de iletişim halindeydik. Kim önce haber alırsa, birbirimize bildirecektik.
Ahu'nun karnında kasılmalar başlamıştı, sıkıntıyı o da yüreğinde hissediyordu. Elif, kadın doğumcu meslektaşıyla konuşmuş, onun dediklerini uygulamıştı. Son çare olarak, Ahu'ya ve bebeğine zarar vermeyecek bir hap verip odasına çıkarmıştık. İlacın etkisiyle uyuyakalmıştı. Kayınvalidesi de onu yalnız bırakmak istemediğinden başucundaydı.
Karşımdaki sandalyenin çekilmesiyle başımı kaldırdım. Elif karşımda oturmuştu, gözlerinde aynı endişe. "İyi misin?" diye fısıldadı. "İyi miyim ben de bilmiyorum" diye mırıldandım. "Benimki de soru işte" dedi, o da en az benim kadar yıkılmıştı. Onlar sadece bir eş, bir kardeş, bir evlat değildi; onlar Türk askeriydi. Onların ayağına değen bir taş, tenlerine çarpan bir rüzgâr, önce bizim canımızı acıtırdı. Ahu'nun uyuduğunu öğrendikten sonra, bardağımı yıkamak için kalktım. Tam yerime dönerken telefonumun melodisi mutfağı doldurdu. Elif'le göz göze geldik. Ya kötü bir haberse? Titreyen ellerimle telefonu açtım. Betül arıyordu. "Selamun Aleyküm, yenge."
"Ve aleyküm selam canım." diye yanıtladım. "Haber var mı?" diye sorduğunda sıkıntılı bir nefes verdim. "Maalesef canım, sizde durumlar ne?"
"Babam birkaç yerle iletişime geçti. İnşallah dönüş yapacaklar" dediğinde, "İnşallah" diye mırıldandım. Vedalaşıp kapattık telefonu. Telefonumu eşofmanımın cebine koyup, Elif'e döndüm. "Ben bir abdest alıp Kur'an okuyacağım. Böyle boş durmayalım." Onaylarcasına ayağa kalktı.
Banyoya geçip abdestimi aldım. Ahu'nun kıyafetlerinden bulduğum uzun bir elbise ve eteği giyerek ikindi namazımı eda ettim. Ardından Kur'an-ı Kerim'i elime alıp İnşirah Suresi'nden başlayarak okumaya başladım.
🕊️
Beş saat... Tam tamına beş saat! Allah'ım, böyle beklemek ne zormuş. Ölümü mü, dirisi mi gelecek diye beklemek... Rabbim yardımcımız ol. Hepimiz balkona çıkmış, sessizlik içerisinde bir haber bekliyorduk. "Ben bir daha arayacağım" dedim. Telefonumu elime alıp Ali Binbaşı'yı aradım. Birkaç çalıştan sonra telefon açıldı. "Alo, Ali amca..." Kızlara ufak bir göz hareketi yapıp hemen telefonu hoparlöre aldım. "Ali amca, ne olur bize bir haber ver, Allah aşkına." Derin bir nefes koyuverdi. Ben ise nefesimi tuttum. "Kızım Ahu da yanında mı?" demesiyle Ahu'nun durmadan akan gözyaşları daha da hızlandı. "E-evet" diyebildim. Yutkunup tekrardan konuştum. "Şuan telefon hoparlörde Ali amca. Hepimiz seni dinliyoruz." "Kızlarım, Şırnak girişinde patlama oldu. Hepsi yaralı fakat durumları ne kadar ağır bilmiyorum. Daha yeni hastaneye gidiyorum şimdi. Hastaneye varır varmaz sizi bilgilendireceğim." dediğinde, akmaya hazır olan yaşlarım kendilerine rota çizmişlerdi bile. "Ali amca, biz ilk uçakta orada olacağız" dediğimde, "Ben sizin için helikopter ayarlayacağım kızım. Benden haber bekleyin." Sustu, kısa bir süre sessizlik yaşandı. Ali amca tekrardan konuştu. "Kızlarım, zor biliyorum lakin metanetli olun." "Tamam Ali amca, senden haber bekliyoruz" dedim. Telefonu kapattıktan sonra Elif, "Haydi o zaman hazır bir şekilde bekleyelim. Her an çıkabiliriz" dediğinde kendimize gelip ayaklandık.
Meltem teyze, dengesini kaybedip korkuluğa tutundu. Hepimiz onu tutmak için atıldığımızda bir elini kaldırıp bizi durdurdu. Ahu, "Anne, iyi misin?" dediğinde Meltem teyze başını sallamakla yetinmişti. Yanına varıp tekrardan yerine oturttum. Biz kendi acımıza düşüp Meltem teyzeyi unutmuştuk. Onun için de kolay değildi; oğlunun ne halde olduğunu bilmediği gibi, bir de hamile gelini için dimdik ayakta durmaya çalışıyordu. Hepimizden daha metanetli duran oydu. Elif içeriden tansiyon aletini getirip Meltem teyzenin tansiyonuna baktı. "Tansiyonu düşmüş." "Ben tuzlu ayran yapayım" diyerek mutfağa geçti Ahu. Meltem teyze, "İyiyim ben güzel kızlarım" dedi. Elif, "Meltem teyzem, tansiyonun çok düşük ama" diye ısrar etti. Ahu tuzlu ayranı getirdiğinde Meltem teyze'ye içirmiş, bir süre daha yerinden kaldırmamıştık. Elif, tekrardan tansiyonunu ölçtüğünde biraz daha yükseldiğini görmüştü. Elif, Meltem teyzeyi içeri geçmesine yardımcı olmuş, ardından yere yatırıp ayaklarını yüksekte tutmuştu. O Meltem teyzenin yanındayken biz de gereken birkaç eşyamızı çantamıza koymuştuk. Eşarbımı bir kat daha düzeltip içeri geçtim. Ve Ali amcadan haber beklemeye koyulduk.
🕊️
Helikopterin karargâha inmesiyle birkaç asker gelip kapımızı açmıştı. Kapıya yakın olduğum için ilk inen ben oldum, ardımdan da diğerleri inmişti. Rütbeli bir asker yanıma gelip, "Öğretmen Hanım, Ali Binbaşımın emridir. Sizi hastaneye bizzat ben götüreceğim" dedi. Eliyle yolu gösterip, "Buyurun lütfen" diye ekledi. Birlikte zırhlı araçlara ilerleyip bize gösterdiği araca binmiştik. Ali amca, arayıp askeri karargâha gitmemizi, orada bizi bir askeri helikopterin alıp Şırnak'a getireceğini söylemişti. Ben de Betül'lere haber verdikten sonra hep birlikte karargâha gidip oradaki askerlerimizin yardımıyla buraya gelmiştik. Tabi tüm bunlar olurken amcamları da arayıp gereken bilgilendirmeyi yapmıştım.
Yanımda oturan Melek annenin elini, elimin üzerinde hissettim. Bakışlarımı onun ağlamaktan kızaran gözlerine çevirdim. "Mirzamın ilk yaralanışı değil bu. Ha, anne gönlü ister ki bu son olsun ama maalesef ki öyle olmayacağını da çok iyi biliyorum. Mirza'm hep atlattı, Rabbimin izniyle de. Şimdi de atlatacaktır. Bize tam olarak burada büyük bir iş düşüyor kızım," Gözünden akan yaşı ondan önce davranıp boşta olan elimle gözyaşını sildim. Gülümsedi. Gülümsedim. "Bize metanetli olmak düşüyor. Orada," yutkundu. "Orada ne ile karşılaşacağız bilmiyorum. Kendimizi hem her türlü duruma hazırlamalıyız hem de umutlu olmamız lazım. Umut bir insanı ayakta tutan bir duygudur ve şuan bizim buna çok ihtiyacımız var. Dilinden duaları da eksik etme olur mu güzel kızım?" dediğinde elimi tutan elini öptüm. "Tamam anne" dedim. Zırhlı aracın durmasıyla birlikte araçtan indik. Karşımda duran Şırnak Devlet Hastanesi'ne baktım. Kapıdan girmeden hemen önce gözlerimi sımsıkı yumdum ve mırıldandım. "Rabbim ne olur, o iyi olsun."
Hastanenin o ağır kokusu genzimi yakarken, adımlarımız danışmaya yöneldi. Mirza ameliyattaydı. Tarifi imkânsız bir koşuşturmayla kendimizi ameliyathane kapısının önünde bulduk. Zaman, dilimizdeki dualar ve yanaklarımızdan süzülen gözyaşları eşliğinde, ağır aksak ilerliyordu. Nihayet kapı aralandığında, bir anda doktorun etrafında kümelendik.
"Mirza Bulut'un yakınları mısınız?" Soruyu duyar duymaz, annelik içgüdüsüyle Melek Anne öne fırladı. "Ben annesiyim. Oğlum nasıl?" Gözlerinde yalvaran bir ifade vardı. Doktorun yüzünde beliren tebessüm, içimize bir nebze su serpti. "Şarapnel parçası herhangi bir organına gelmemiş, çok şükür. Biraz fazla kan kaybetmiş fakat çabuk bulunan kan grubuna sahip olduğu için kan takviyesi hemen yapıldı. Yoğun bakımlık bir durum söz konusu değil. Normal odaya alacağız fakat ne zaman uyanır bilmiyorum. Lakin çok fazla sürmeyeceğine eminim. Bünyesine bağlı bir durum bu." Ağzımızdan dökülen "Sağ olun, Doktor Bey" ve "Geçmiş olsun" sözleri, şükrün en saf haliydi. Rabbim'e binlerce kez şükürler olsun!
Ali Binbaşı, Ahularla birlikte Atahan'ın yanına gitmişlerdi. Umarım onlar ve diğer askerler de iyiydi. Ameliyathane kapısı yeniden açıldığında, sedyenin üzerinde uyuyan Mirza'yı gördük. Hızla yanına koştum. Sarışın teni, daha da soluklaşmıştı; gözaltlarında hafif morluklar, yüzünde tarifi zor bir yorgunluk vardı. Uyuyor olmasına rağmen, kaşlarındaki hafif çatıklık huzursuzluğunu ele veriyordu. O orada öylece yatarken, benim içim, hiç olmadığı kadar acıyordu. Yüzündeki o huzursuz ifadeyi söküp almak, tüm acısını ve sıkıntısını kendi yüreğime çekmek istedim. Sedyeyi takip ederek yanı başında yürümeye başladım. Asansörle bir kat yukarı çıkıp 303 numaralı odaya girdiğimizde, hasta bakıcılar ve erkek hemşireler Mirza'yı sedyeden yatağa nazikçe yerleştirirken, istemeden yüksek sesle çıkıştım: "Yavaş olsanıza!" Betül'ün koluma dokunuşuyla kendime geldim. Mahcup bir ifadeyle, "Kusura bakmayın, ben onu böyle görünce..." sustum, devam edemedim. Gözyaşlarım, kelimelerin yerine konuşuyordu. Onlar anlayışla karşıladı ve odadan çıktılar. Kalabalık olmasın diye diğerleri de dışarıda beklemeyi tercih etmişti. Odada sadece Melek Anne, Betül ve ben kalmıştık.
Betül ile Melek Anne ikili koltuğa oturmuşlardı. Melek Anne çantasından çıkardığı küçük Yasin kitabını almış, okuyordu. Betül düşünceli bir şekilde camdan dışarıya bakarken, ben ise onu, güzel adamımı izliyordum. Hayatıma bir terörist olarak girmiş, ancak zamanla kalbimin tam merkezine yerleşmişti. Zihnimde canlanan anılarla yüzüme buruk bir tebessüm yayıldı.
Bir zaman, ağaçların arasından geçiyorduk. Önüme sarkan bir dalı çekmek için uzandığımda, Faruk denen adamın eli de aynı dala uzandı ve ellerimiz üst üste geldi. Hızla, iğrenç ellerinden elimi çektim. Diğer elimle de silahımı kafasına dayamıştım. Dalı kenara çekince önden ben geçtim, o da hemen arkamdan geldi. Yürüdükçe ayaklarım ağrımıştı ama bunu onlara belli etmeyecektim. Zaten dağın başında düzgün bir yol beklemek hataydı.
"Fazla cesursun," dedi sessizce. Yanımdaki adama döndüm. "Sana ne!" diye ters bir cevap verip tekrar önüme döndüm. "Korkuyorsun, korkma!" Bu sefer ona baktım. Mavi gözleri dikkatimi çekmişti. Kahverengi saçlarıyla ne kadar da uyumluydu aslında. Sarışındı. Terörist olmasa, ona mavi gözlerin yakıştığını söyleyebilirdim. Ha, ona değil! Kendi kendime söylerdim. Lakin bunu içimden bile geçirmek istemiyordum, çünkü o bir teröristti. Ne diyorum ben böyle ya! Galiba fazla aksiyon bana kafa yapıyor! Kendimi hemen toparladım. Onun dediği şey aklıma gelince alaycı bir şekilde güldüm. "Ben mi korkuyorum? Bir de durmuşsun 'korkma' diyorsun!" dedim. Onun bir şey demesine izin vermeden diz kapağının arkasına vurdum. Beklemediği için yere düştü. "Al sana korkmak!" dediğimde, Topal ve adamları arkalarına döndüler. "N'oluyor orada?" dedi Topal. Faruk düştüğü yerden ayağa kalktı. "Yok bir şey Topal, devam et!" "Bir kıza sahip çıkamıyor musun Faruk?" dedi alayla. Faruk sinirle konuştu. "Bir şey yok Topal! Devam et dedim!" Topal ise onu umursamadan konuşmaya başladı. "Bu kadar yeter! Bağla onu!" "Tamam!" Topal ilerlemeye devam etti. Arkasından baktığımda topalladığını gördüm. Demek ki adı bu yüzden Topal'dı. "Sana diyorum! Ver şu silahı!" Ona döndüm. Çaprazımda duruyordu. Bir elini uzatmıştı, silahı almak için. Diğer elinde ise kalın bir ip vardı. Nereden çıkardığını bilmediğim kalın bir ip... Silahımı ona verdikten sonra ellerimi öne uzattım. Hızla ellerimi bağlayıp ilerlemeye başladık. "Tekme işini unutmadım," dedi. Ona bakmadan omuz silktim. "Şu an benim yerimde başkası olsaydı. Şimdiye elini kaldırmıştı, sana" dedi. Ne yani, elini kaldırmadığı için kendini adam mı zannediyordu?! "Durma! Sen de kaldır. Elini kaldırmasan bile benim gözümde adam değilsin! Sizler 'adam' kelimesine yakışmazsınız!" dedim sinirle. "Peki, şu 'adam' kelimesine yakışan kişiler kim?" "Kim mi? Tabii ki de Türk Askerleri!" "Demek öyle." "Evet, öyle. Siz o yiğitlerin yerini tutamazsınız!" dedikten sonra onu arkamda bırakıp, Topallara yetiştim. İlerideki arabalara doğru ilerledik.
Sonra bana mektup gönderdiği o gün geldi aklıma. Nöbetinden dolayı yanıma gelemeyip bana yolladığı o kâğıt...
Oturduğum yerden kalkıp, cam gibi olan yere geldim. Oradaydı... Elindeki silahla dolaşıyordu. Üşüdüğü çok belliydi. Ondan bakışlarımı çekip kağıdı açtım. Bu yazı onun muydu? Yazısı çok güzeldi.
“Ecre ya da öğretmen hanım;
Öncelikle şunu söyleyeyim. Birkaç saat önce Binbaşımla görüştüm. Enes, askerin durumu iyiymiş. Seni soruyormuş. Ben de senin iyi olduğunu söyledim. Bir de amcan ve Elif diye bir kız aramış. Binbaşım, şu anlık bir şeyler uydurmuş. Seni kurtaracaklar. Lakin benden haber bekliyorlar. Topal'ın niyetini öğrenmemiz lazım. Bu yüzden biraz daha misafirimiz olacaksın. Merak etme, sana zarar vermelerine izin vermeyeceğiz. Bir de bugün atılan tokat için özür dilerim. Geç kaldık. Ama bu bir daha yaşanmayacak. En azından elimizden geleni yapacağız. Bunları söylemek için yanınıza geldim ama uyuyordunuz. Ben de Emre'yle birlikte gelecektim. Lakin bugünün nöbeti bendeymiş, gelemedim. Benim de aklıma böyle bir şey geldi. Yanınıza yine de gelmeyi düşündüm. En azından birkaç dakikalık. Fakat biri benim nöbet yerimde olmadığımı görürse ve bu Topal'a giderse, işte bu olmaz. Yoksa görevi riske atmış olacağım. Bir de yanına geldiğimde gördüm. Yemeğini yememişsin. Seni anlıyorum, bunların yemeklerini, sularını yiyip içmek istemiyorsun. Ama hayatta kalman için bu gerekli. Hem yemekler o kadar kötü değil bence, denenmiş ve onaylanmıştır :)”
Güldüm. Gülen surat çizmek ne ya? Hey, Allah'ım. Ona baktım. Buraya bakıyordu. Hava o kadar karanlık olmadığı için ve bazı yerlerde ışıklar olduğu için birbirimizi görebiliyorduk. Önce etrafı kontrol ettim. Sonra da elimdeki kâğıdı kaldırıp, salladım. 'Okuyorum' manasında. Güldü. Hemen etrafı kontrol etti. Kimsenin bakmadığına emin olunca tekrar bana baktı. Kâğıdı aşağıya indirdim. Son kez ona bakıp, okumaya devam ettim.
“Şimdi gelelim bir diğer konuya, Emre'yi bir güzel oradan kov. Çünkü ben askerimi biliyorum. Başladı mı konuşmaya susmaz. O yüzden onu kov. Sonra da güzel bir uyku çek. Tabii artık orada nasıl güzel bir uyku çekilirse? Neyse, iyi geceler öğretmen hanım.”
İyi geceler, Üsteğmen'im...
Artık uyanman gerekmiyor mu, Üsteğmenim? Bizi çok bekletmezsin değil mi? Onun yüzünü izlerken sürekli gelen anılar beni gülümsetiyordu. En kötü anılarım bile onunla güzelleşmişti. Kim o kaldığı yeri hatırlayınca gülerdi ki? Eğer orada Mirza olmasaydı ben de muhtemelen gülmezdim ama dedim ya en kötü anılarım bile onunla güzelleşiyordu. Sonra aklıma okulu boyadığımız gün geldi.
İki elimi de boyaya batırdım. Ellerimi boyadan çıkarıp ufaklığın yanına gittim. Minik ellerini duvara koydu. Ben de arkasından ellerimi duvara koydum. Kafasını bana çevirdi. Gülümsedi. Ben de gülümsedim. Ellerimin yukarısına bir el daha konuldu. Ellerimi duvardan çekip arkamı döndüm. Dönmemle, bana bakan üsteğmenle karşılaştım. O da duvardan ellerini çekti. Bir şey demedi. Ben de bir şey demedim. Sadece öyle durduk... Ta ki ufaklık aramıza geçene kadar. "Öğretmenim, çok güzel oldu" Ufaklığa gülümseyip duvara baktım. En altta ufacık, minik, turuncu renkli ellerle karşılaştım. Onun biraz yukarısında mavi renkli olan benim ellerim vardı. Onun biraz daha yukarısında yeşil renkli olan üsteğmenin elleri vardı. Ve gerçekten harika duruyordu. Gülümsedim. Karşımda mükemmel bir tablo vardı... Üsteğmene döndüm. "Niye yeşil?" "Niye mavi?" Aynı anda sorduğumuz sorularla ilk afalladık. Sonra ise gülmeye başladık. "Önce bayanlar buyurun" dedi gülerek. Güldüm. "Neden yeşil?" "Bilmem. Severim yeşili, hatta yeşil rengin bütün tonlarını seviyorum." "Niye mavi?" diye devam etti. "Huzur." "Nasıl yani?" "Mavilerde öyle bir huzur var ki... O mavilerde kaybolmak istiyorum." Dedim mavi gözlerine bakarak. Boğazımı temizledim. "Mesela... Gökyüzü. Gökyüzüne baktıkça içimi huzur kaplıyor. Ya da Denize baktıkça... Mavi rengi ve mavi rengin bütün tonlarını seviyorum." "Anladım" diye mırıldandı.
🕊️
Kapının diğer tarafından Ali Binbaşı'nın sesini duyunca odadan çıktım. Ali Binbaşımın yanına gittim. Tebessüm ederek, "Mirza, yiğidim iyiymiş" dediğinde ben de tebessümle başımı salladım. "Çok şükür Ali amca, çok şükür ki iyi." Devam ettim. "Atahan? Diğerleri? Durumları nasıl?" Yüzündeki tebessüm yerini hala korurken konuştu. "Çok şükür ki kızım, hepsi ufak tefek şeylerle atlatabilmiş. Tabi bu yaralar ufak sayılmaz lakin hayati tehlikeleri yok ya, buna da elhamdülillah." "Çok şükür." Ali Binbaşıdan Ahuların odasını sorduğumda, aynı koridorda olduğumuzu öğrendim. Birkaç oda ilerimizdeydiler. 308 numaralı odanın önüne gelip kapıyı birkaç kez tıklatıp içeri girdim. Atahan yattığı yerden hemen yanı başında duran Ahu'nun elini tutmuş, ona iyi olduğunu söylüyordu. Meltem teyze de bir diğer yanına oturmuş, tebessümle onları izliyordu. Kapı sesiyle bana dönmüşlerdi. Atahan yerinde dikleşmeye çalışırken elimle onu durdurdum. Gülümseyerek, "Rahatını bozma, asker," dediğimde güldü. Devam ettim, "Geçmiş olsun." Başını salladı. "Eyvallah sağ olasın yenge. Komutanım da iyiymiş." "Evet, iyi çok şükür ki. Uyanmasını bekliyoruz." Ahu'ya ve Meltem teyze'ye de selam verdim. Yanlarında biraz daha durduktan sonra Mirza'nın yanına geri dönmüştüm.
Mirza'nın başından bir an bile ayrılmamış, sabırla uyanmasını beklerken Betül yiyecek bir şeyler getirmişti. Birlikte biraz atıştırıp tekrardan beklemeye koyulduk. Arada bir hemşireler gelip biten serumunu değiştirip geri gidiyorlardı. Aradan geçen üç saat sonra amcamlar da hastaneye gelmişlerdi. İlk buldukları uçakla atlayıp gelmişlerdi. Sadece Evsa yoktu.
Uyumadan geceyi geçirirken bir ara içim geçmişti. Başımı Mirza'nın kolunun hemen yanına koymuştum. Beni derin uykumdan ayıran ise elimin üzerinde hissettiğim ve sürekli elimi okşayan bir başka eldi. Gözlerimi aralayıp bilincim yerine geldiğinde ilk fark ettiğim sabah ezanının okunmasıydı. Hemen sonra elimin üzerindeki ele baktım. Mirza. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda yorgun mavi gözleri, benim ela gözlerime bakıyordu. Uyanmıştı. Güzel adamım, uyanmıştı.
"Mirza?" diye mırıldandığımda tebessüm etti. İkili koltukta yatan Betül'e çevirdim bakışlarımı. Uyumaya devam ediyordu. Melek Anne'yi zorla ikna ederek lojmana yollamıştık. Aynı şekilde amcamlar da onlarla birlikte gitmişlerdi. Yanında da Betül ile ben kalmıştım. Alnına düşen kahverengi tutamlarını elimle geriye taradım. "Uyandın, çok şükür ki." Kuruyan dudaklarını ıslattı. "Su." Hemen ayaklanıp komodinin üzerinde duran su şişesini onun için açarak uzattım. Birkaç yudum aldıktan sonra geri çekildi. Şişeyi eski yerine koyup tekrardan yanına oturdum. "Ağrın var mı? Hemşireyi çağırayım mı? Aç mısın? Hemen bir şeyler alıp gelebilirim-" Avuç içini ağzıma kapattı. Gülerek, "Bir sus be kadın. Ben görmeyeli sen ne çok konuşur olmuşsun" dediğinde sinirle avucunu ağzımdan çekip, "Kusura bakmayın beyefendi. Ben her gün sevdiğim adamı yaralı görmüyorum. İdare edin." Gülerek başını iki yana salladı. Sonra birden ciddileşerek, "Çocuklar? Caner?" diye sorduğunda yutkundum. "Hepsi iyi, ağır yaralı değiller. En kısa zamanda taburcu olabilirlermiş." "Caner? En son..." Sustu. Devam edemedi. Benim açıklamamı bekledi. "Mirza," dolan gözlerimi kırpıştırarak, "Caner, şehadet şerbetini orada içmiş" dediğimde gözlerini sımsıkı yumdu ve gözünden birkaç damla gözyaşı firar etti.
O ağladı, ben ağladım. Gün ağırdı. Biz acımızı içimize gömdük. Sessiz kaldık. Fakat biliyordum ki şimdi sessiz kalan Türk askeri, dağda çığlık çığlığa bağıracaktı. Son kurşunlarına kadar o intikam alınacaktı. Biliyorum.
Betül uyanmış, abisinin uyandığını görünce sevinçle ona sarılmış ardından annesine haber etmişti. Bu haberi duyan bizimkiler odaya doluşmuştu. Hatta ayaklanan askerleri bile komutanlarını görmek için gelmişlerdi. Hepsi bir gün içerisinde ayaklanabilmişti. Ağrılarını içtikleri ağrı kesicilerle geçirmeye çalışıyorlardı. Çünkü bugün kardeş dedikleri silah arkadaşlarının Şehit Töreni vardı. Ayaklanmak zorunda hissetmişlerdi kendilerini. Kardeşleri için hepsi iyi rolü oynuyordu, biliyorlardı ki durumu kötü olanı bu hastaneden çıkarmazlardı.
Dolan odadan çıkıp koridorda duran sandalyelerden birine oturdum. Düşündüm. O şehit anasına gidecek haberi düşündüm. Babasına verilecek o haberi... Bana o haberle geldiklerini düşünmeyi hiç istemedim. Yıkılırdım. Ailemden sonra Mirza da beni bırakırsa zor toparlanırdım. Ben bir yâr olarak bunları hissediyorsam o anneyi düşünemiyordum bile. Rabbim, Peygamber sabrı versin, o şehit analarına, ailelerine.
Koridorda fark ettiğim bir diğer çiftle yüzümde istemsiz bir tebessüm oluştu: Emre ile Elif. Ben onları çok yakıştırıyordum; sevimli, tatlı bir çift olurlardı. Emre, Mirza'nın odasına gelmeye çalışırken Elif doktor kimliğiyle ona çıkışıyordu. "Oğlum sen anlamıyor musun, o yataktan bir süre daha çıkmaman gerekiyor!" Emre yüzünü buruşturdu. "Kızım, asıl sen anlamıyor musun? Komutanımı görmem gerek diyorum!" Bu sefer yüzünü buruşturan Elif'ti. "Kızım ne ya?!"
"Sen de bana 'oğlum' dedin."
"Onunla bu bir mi?" diye soran Elif'e, Emre, "Evet bir" dedi. Onların bu hali bana bizi hatırlatmıştı. Mirza ile tartıştığımız, 'kim daha papağan' adlı konuşma aklıma gelmişti. Halleri beni güldürdü.
Bu sefer de merdivenden gelen sesle oraya baktım. Arda ile nişanlısı İrem buraya geliyorlardı. Ama tartışarak. "Bana bak, Arda!" Arda bezgin bir ifadeyle, "Söyle gün ışığım" dediğinde İrem önce tebessüm etmiş sonra ciddileşerek, "Beni bu kelimelerle yumuşatamazsın! Odana hemen geri dön, asker!" Arda gülerek, "Yalnız güzelim. Ben herkesten emir almam, ayrıca almam gereken bir emir varsa izin ver komutanıma gideyim emrimi alayım" demişti. Bunlar üzerine İrem kollarını göğsünde bağlamış, kaşlarını çatmıştı. "Sen herkesten emir almazsın öyle mi asker?! Pekala, ben de seninle nişanlı falan kalmıyorum. Git, sana emir vermeyecek sen de emir almayacağın biriyle evlen." Arda bir şeyler demek için ağzını açtığında İrem ondan önce davranarak, "Ayrıca anlamış da değilim. Ben evlilik teklifi alamadan neden seninle nişanlandım ki" dedi. Arda şaşkınlıkla konuştu. "Evlilik teklifi ettim ya bal böceğim."
"Allah aşkına Arda, onu evlilik teklifi olarak mı sayıyorsun?" Konunun başka yönlere gitmesiyle müdahale ettim. "Gençler, odaya geçecekseniz geçin, birazdan hepsini postalayacağım ve sonradan gelenleri de içeri almam. Mirza'nın da dinlenmesi gerek." İrem sessiz kalarak Arda'ya yol vermiş hatta koluna girerek yardımcı olmuştu. Merdivenlerin son basamağını da çıktıktan sonra Arda derin bir nefes koyuvermişti. İrem ise dayanamayarak konuştu. "Al işte bunu da anlamadım ki ben. Allah aşkına asansör var ama sen merdiven tercih ediyorsun hem de yaralı halde. Anladık, Arda. Sen bir bordo berelisin fakat sonuçta insansın." İrem konuşuyor, Arda onu dinliyormuş gibi davranarak sonunda odaya girmişlerdi. Tabi ben dikkatimi onlara verince Emre ve Elif çiftinin içeri girdiğini görmemiştim. Bu iki çiftin tuhaf halleri beni aşırı güldürüyordu.
🕊️
Mirza Bulut
İlerledim. Her adımda yaramın acısı tenimi dağlıyor, bedenimden yükselen sızı ruhumu sarıyordu. Ama duramazdım. Gitmeliydim. Caner için, kardeşim dediğim, sırt sırta dövüştüğüm, aynı dava uğruna canımızı ortaya koyduğumuz o yiğit için gidecektim. Ona bunu borçluydum.
Annem, kolumu kavrayıp durdurmaya çalışıyordu. "Oğlum, yapma böyle. Daha hastanede yatalı bir gün bile olmadı. Yaranı zorluyorsun." Sesindeki endişe, yüreğime bir hançer gibi saplansa da, kolumu nazikçe kurtarıp yoluma devam ettim. Bu kez yanımda Ecre belirdi. "Mirza," diye fısıldadığında ona baktım. "Gitmem gerekiyor," dedim ben de aynı fısıltıyla. Gözlerindeki yaşlara inat gülümsedi. "Tamam, engel olmayacağım. Ben de seninle geleceğim. Elif de orada bulunacak. Herhangi bir müdahale gerektiğinde yanımızda olması iyi olur." Başımı onaylarcasına salladım. Annem, Ecre'ye sert bir bakış attıktan sonra birkaç adımda önüme geçti. "Mirza'm, aldığın yara ufak bir sıyrık değil. Şarapnel parçası girdi annem. Anladım, kendini düşünmüyorsun. Bari beni düşün evladım. Ben buraya gelene kadar çektiğim acıyı tarif edemem."
Nefesim boğazımda düğümlendi, yutkundum. Hayatım boyunca nice tehlikeli görevde bulunmuş, defalarca yaralanmıştım belki. Annem de her defasında kendini en kötü ihtimallere hazırlayarak yanıma gelmişti. Onu anlamaya çalışıyordum. "Evlat hiçbir şeye benzemez" derlerdi. Ama bu Vatan olmadığı müddetçe, evladın yaşasa neye yarardı ki?
Annemi kırmamaya özen göstererek konuştum. "Annem, cennet kokulum. Bak, kendin diyorsun işte. Çektiğin bir acı vardı ve beni sapasağlam görünce o acı hafiflese de dindi, değil mi?" Derin bir nefes aldım. "Peki, o yiğidin annesini düşündün mü hiç? Onun anne yüreği şu an yanmıyor mu sanıyorsun anne?" Gözlerinden süzülen yaşlarla başını iki yana salladı. "Belki de o şehit anasını en iyi ben anlıyorum. Fakat seni de düşünmek zorundayım ben. Anayım ben, ana! O evlada üzülmedim mi zannediyorsun? O yiğit sadece o ananın değil, tüm ülkenin evladıydı. Lakin benim de şu an düşünmem gereken bir evladım var!" Sinirle ve üzüntüyle titreyen elini tutup kokulu bir buse kondurdum. "İzin ver anne. Ben kardeşim dediğim insanı öylece bırakamam. Hem bak doktorlar da orada olacakmış. İzin ver, kardeşim için son görevimi yerine getireyim." Durdu, düşündü. Ecre'ye bir bakış attı. Ardından gözlerini sımsıkı yumdu ve başını onaylarcasına salladı. Yanağından süzülen gözyaşlarına bir öpücük kondurup yanından geçip gittim.
Ecre hızla yanıma gelip koluma girdi. Hastane kapısında bizi bekleyen zırhlı araca bindim. Karargâha doğru ilerledik. Acı haber aile evine ulaşmıştı. Fakat cenazesi burada, bizimleydi. Birazdan karargâhtan çıkılacak ve şehit evine cenaze ile birlikte gidilecekti. Kardeşimizin bindiği uçağa tim halinde binecektik. Sağımızı solumuzu kaplayan heybetli dağlara baktım. Her karışını ezbere bildiğimiz dağlara. Şehidimizle birlikte çarpıştığımız dağlara. Aklıma düşen bir anıyla burukça gülümsedim.
"Ulan şu görevleri sevmiyorum ya!" diye söylenip duran Emre'ye, Atahan cevap vermişti. "Görev görevdir, aslanım." "Öyle komutanım da böyle bekledikçe sinirlerim tepeme çıkıyor. Hayır, yani bir de bu şerefsizleri beklerken kök salacağız, onlar da meyvelerimizi toplamaya gelirler diye korkuyorum." Tim, Emre'nin o kendine has mizah anlayışına kahkahalarla gülmüştü.
Caner'in etrafına bakınıp durduğunu gören Mirza, silahını ağaca dayayıp Caner'e hitaben konuştu. "Hayırdır aslanım, av mı arıyorsun?" "Yok, be komutanım. Kurt av aramaz, bizzat av kurdun ayağına gelir, ondan şüphemiz yok evelallah. Lakin ateş yakmam gerekiyor. Ben şöyle çalı çırpı toplasam olur mu?" Burak, silahının dürbününü temizlemeyi bırakıp Caner'e döndü. "Yakalım koçum da hayırdır üşüdün mü?" Bunun üzerine Emre lafa atlamış ve "Allah aşkına komutanım hava bilmem eksi kaç derece siz üşüdün mü diyorsunuz?" dediğinde Arda da söze girdi. "Burak komutanım ben hakikaten merak ediyorum. Nasıl üşümüyorsunuz? Bir sırrı varsa biz de deneyelim." Dediklerinde Burak güldü. Aralarında nadir üşüyen kişiydi Burak. Kolay kolay soğuktan şikâyet etmez, bir kere bile üşüdüğünü duymamış, görmemişlerdi. Burak, sildiği dürbününü silahına takıp time döndü. "Sırrı, Vatan aşkı koçum." Burak'ın yaptığı kısa ama bir o kadar öz olan cümleden sonra tim sessizleşmişti. Öyleydi ya, Vatan aşkı için her zorluğa göğüs germiyorlar mıydı?
Caner, bulduğu birkaç çalı çırpıyla ateş yakmış, suluğuna yerdeki temiz olmasına özen gösterdiği karları doldurmuş, ardından yaktığı ateşin üzerine doğru tutmuştu. Karlar eridikten sonra Hamza'ya suluğu verip kollarını, bacaklarını sıvamış, önce botlarını sonra çoraplarını çıkarıp Hamza'nın yardımıyla da abdestini almış, temiz bulduğu boyu biraz uzun olan bez parçasını yere serip namazını kılmıştı. O bez parçası ince olduğu için ıslanmış, Caner de üzerinde bulunduğu için kamuflajının bazı yerleri ıslanmıştı. Tim hem şaşkınlık hem de gururla arkadaşlarını izlemişlerdi. Caner duasını edip yüzünü sıvazlayıp ayaklandığında Araf, "Duan da namazın da kabul olsun inşallah kardeşim" demişti. Caner tebessüm etmiş, "Âmin komutanım fakat biz kimiz ki şehitlik nasip olacak" demişti. Tim anlamıştı ki Caner'in ettiği dua, şehadet şerbetini içebilmekti.
Emre her zamanki gibi etraftaki o havayı dağıtmak için gülerek, "Bana bak Genç," Caner'e soyadıyla seslenmişti. Caner komutanına döndü. Emre devam etti. "Benden önce şehadet şerbetini içersen öbür tarafta iki elim de yakanda olur, bilesin." Caner gülerek, "Emredersiniz Komutanım" dedi. Bunun üzerine Mirza ciddiyete bürünerek, gür ve tok sesiyle konuştu. "Savaş Timi, eğer biri benden önce şehit olursa o zaman görürsünüz siz oğlum. Orada bile en zor eğitimlere tabi tutarım ona göre." Hepsinin yüzünde tebessüm oluştu. Melih sırıtarak, "Yok komutanım yapmayın, etmeyin. Orada da eğitimlerinizi çekmeyelim" dediğinde Mirza, "Ben diyeceğimi dedim aslanım, gerisi size kalmış" dedi. O gün güldüler, eğlendiler, avlamayı beklediler. Fakat hepsi böyle bir ihtimal olmaması için gönülden dualar ettiler. Böyle bir şeyin bile ihtimalini düşünmek istemediler.
🕊️
Karargâhtaki odamda bulunan üniformamı giyip bordo beremi taktım. Başım dik bir şekilde odadan çıkıp bahçeye geçtim. Savaş Timi hazırda bekliyordu. Onlarla selamlaşıp yerime, en başa geçtim. Ali Binbaşım da geldiğinde biz uçağa geçtik. Ecre ve Elif de Ali Binbaşımın arabasına geçmişti. Hepimiz uçağın koltuklarına sırayla sıralandık. Önümüzde ise boylu boyunca duran Türk bayrağına sarılı tabut vardı. Caner Genç. Vatanı, dini, milleti için canını veren kahraman. Belki adı bile hatırlanmayacak bir yiğit. Dile ne kolay değil mi? Bir şehit. Bir ana. Bir baba. Bir aile. Bir kardeş. Dile kolay geliyor değil mi bunları söylemek? Niye kolay geliyor biliyor musunuz peki? Alıştık çünkü. Şehit vermeye alıştık. Aslında alışmak kelimesi ne kadar da kötü bir şey değil mi? Alışmamamız gerekiyor. Bunları kolaylıkla söyleyemememiz gerekiyor. Onları unutmamamız gerekiyor.
Boğazıma düğümlenen yumruyu geçirmek için art arda yutkundum ama o düğüm gitmedi. Büyüdü, büyüdü ve her geçen dakika daha da büyüdü. Arda, ağlamaklı bir sesle, "Şimdi orada ağlamamamız gerekiyor değil mi? Başımız dik bir şekilde durmamız gerekiyor ama içimiz kan ağlayacak ve biz ağzımızı açıp tek kelime edemeyeceğiz." dedi. Emre burnunu çekerek devam etti. "Haberlerde sadece birkaç dakikalık yer verilecek ona. Şırnak'ta bir patlama. Bir şehit. Caner Genç. Sonra birkaç cenaze töreninden video, resim. Sonra geçecekler." Burak, yüzünü sert bir şekilde sıvazladı. Araf sert bir ifadeyle konuştu. "İntikamımız diri kalacak. Kanı yerde kalmayacak kardeşimizin."
"Kollarımda son nefesini verdi. Aynı odayı, aynı yolu, aynı yemeği, suyu paylaştığım arkadaşım, kardeşim; kollarımda son nefesini verdi ve ben hiçbir şey yapamadım," dedi Melih ağlayarak. Hamza, elinde tuttuğu kâğıdı salladı. Beyaz kâğıdın üzeri kan lekeleri olmuştu. Kurumuş kan lekeleri. "Kardeşimiz vasiyet bırakmış, üzerinde bulundu bu kâğıtta."
Gözlerim Türk bayrağına sarılı tabuta takılı kaldı. Sözcükler, cümleler benden bağımsız çıkmaya başladı. "Şehit olmak onun en çok istediği bir şeydi. Rabbim ona böyle güzel bir mertebeyi verdiyse bize de razı olmak düşer. Kardeşimize son görevimizi yapıp onu sonsuzluğa uğurlamak gerekiyor. Vasiyeti ne ise yerine getirmemiz gerekiyor ve ayrıca kanı yerde kalmayacak evelallah. Biz bir şehit verdik ama onlar sürülerle leş verecek. Şehitler ölmez. Caner bizimle her daim. Tek isteğim şehidim bizlere hakkını helal etsin."
Uçağın havaalanına inmesiyle bizim çıkacağımız yerin kapısı açıldı. Görevli askerler gelip tabutu omuzlayıp uçaktan çıkardılar. Bir diğer görevli asker ise kucağımda duran Caner'in resmini almak için elini uzattı. Durdurdum. "Ben taşıyacağım koçum" dediğimde kenara çekildi. Tabutun önüne geçip başım dik bir şekilde ilerlemeye başladım. Caner'in annesi, Canan teyze tam karşımda başına örttüğü siyah tülbendiyle yanında ki bayan asker arkadaşlarımızın desteğiyle ayakta durmaya çalışıyordu. Cemil amca, Caner'in babası. Tam karşıma dikildi. Gözleri yaşlıydı, çökmüştü fakat dik bir şekilde duruyordu. "Eğer iznin olursa evladım, gururumun resmini ben taşıyayım" dediğinde gözümden akan yaşa engel olamadım. Yaşlılığının getirmiş olduğu buruşmuş elini tutup öptüm. "Bana hakkını helal edebilecek misin Cemil amca?" Burukça tebessüm etti. Bir eli, ellerimin arasında dururken diğer elini omzuma koyup sıktı. "Ey yiğit, Ey koç, Ey vatan evladı. Sen benden ne hakkı istersin? Asıl sen," arkamdaki time baktı. "Asıl siz helal edin bizlere. Siz Vatan evlatları olmasanız biz burada bu şehit törenimizi bile yapamayız. Evlat, şimdi sen söyle bana hakkınızı helal ediyor musunuz?" Kalbim titredi. Şimdi söyleyin bana, böyle atalarımız olduğu müddetçe kim bizim önümüzde durabilir ki? "Caner'in yiğitliği senden geliyormuş be Cemil amca" dediğimde güldü. Buruk bir gülümsemeydi ama bir o kadar gurur dolu gülümseme.
Resmi teslim edip Canan teyzenin yanına gittim. Gözlerinden durmaksızın akıp duran yaşlarını sildim. "Canan teyze -" Eliyle ağzımı kapattı. "Ben seni de sizin gibileri de biliyorum. Eğer bir hakkınız olsaydı Caner'i yaşatır, siz onun yerine nefesinizi verirdiniz. Ama çok şükür ki Rabbim Caner'imi bizden daha çok sevmiş ki ona nasip etti. Şimdi yas zamanı değil evlat. Gün, düğün günüdür. Evladım, canımın parçası şehadet şerbetini içti. Gün, şükür günüdür evlat." Sustum. Türk anasının bu sözleri üzerine ne denilebilirdi ki.
🕊️
Törenin olacağı yere vardık. En ön saflarda ailem, Ecre, Elif de vardı. Yiğidimin cenaze namazını kıldık. Hoca namazdan sonra kenara çekildiği vakit görevli askerleri durdurdum. Hocanın kullandığı mikrofonu aldım. Tabutun diğer tarafına, herkesin önüne geçtim. Bursa şehrinin halkı şehidi için toplanmıştı. Yaşlısından gencine, gencinden çocuğuna kadar. Birkaç kanal vardı, haber yapmak için bekliyorlardı. Sadece birkaç dakikalık sürecek bir haber için buradaydılar. Başımı dik tuttum. Önümdeki kalabalığa baktım. Mikrofonu biraz daha kendime yaklaştırdım. "Ben Üsteğmen Mirza Bulut. Savaş Timi'nin komutanı. Caner'in abisi. Bu Vatanın evladı. Bir ananın canı. Bir kadının yâri. Ben burada birçok şey sıralayabilirim. Beni her biriniz nereye koymak isterse ben o kişiyim. Daha bundan birkaç gün önce sırt sırta savaştığım, canımı hiç tereddüt etmeden emanet edebileceğim kardeşimi bugün toprağa gömeceğim. Fakat ben onu sadece toprağa gömeceğim, kalbimden adı, gözümün önünden anıları, kulağımdan sesi gitmeyecek. Ben istiyorum ki bu sadece benim için, ailesi için değil de tüm ülke için bu geçerli olsun." Mikrofonu kenara bırakıp bu sefer Savaş Timi ile birlikte biz omuzladık kardeşimizi. Onun için ayrılmış yere kefeniyle birlikte yerleştirdik. Sırayla üzerine toprak attık. Herkes Cemil amcaya ve Canan teyzeye baş sağlığında bulunurken biz Savaş Timi ile birlikte mezarının kenarlarına dizildik. Elimde duran bordo beresini baş kısmında bulunan tahtaya astım. Konuşmadık. Konuşamadık. Sustuk öylece. Hepimizin gözü toprakta öylece bekledik.
Beklediğimiz neydi, onu da bilmiyorum. Belki omzuma dokunup, "Ben buradayım komutanım" demesiydi. Biliyordum bu mümkün değildi ama insan konduramıyordu. Bu ne kadar şehitlik de olsa her şeyini paylaştığın birisinin elinden kayıp gitmesi kolay olmuyordu. Omzumda hissettiğim el ile başımı arkama çevirdiğimde Ecre'yi gördüm. Arkamda ayakta dikiliyordu. Ben de omzumdaki elini tutarak ayaklandım. Savaş Timine döndüm. "Savaş Timi, haydi." Ayaklandılar fakat biri bile adım atmadı. Emre gözlerini elinin tersiyle sildi, başına diktiğimiz tahtanın yanına gidip tahtadan tutundu. "Ulan, ben sana benden önce gidilmeyecek demedim mi? Söyle Genç! Niye gittin lan? Hani ilk ben gidecektim. Emre itaatsizlik ne demek lan! Kalksana oğlum, kalk!" Araf birkaç büyük adımla Emre'nin yanına gidip onu kolundan tutup geri çekti. Emre dolan gözlerini gözüme dikti. "Komutanım, bu emre itaatsizlik değil mi ha?" Gözlerimi sımsıkı yumdum. Verecek bir cevabım yoktu. Daralan nefesimi düzeltebilmek amacıyla bulundukları yerden biraz uzaklaştım. Başımı göğe kaldırdım.
"Peygamber Efendimiz (s.a.v) sevinince toprağa, üzülünce göğe bakarmış. Yerde tevazu gökte ferahlık vardır çünkü." Yanımdan gelen sesin sahibini kalbim çok iyi tanıyordu. Bakışlarımı ela gözlerine çıkardım. Yanıma daha çok yaklaşıp kolumu sıvazladı. "Ölüm hak Mirza, ölüm hepimize hak. Sana üzülme diyemem. Kolay değil, biliyorum. O acıyı, o sızıyı çok iyi biliyorum. Ama Rabbim sabrını da veriyor inan ki." "Evelallah, ondan şüphem yok güzelim. Ama kendime söz geçiremiyorum." "Geçecek, bunlar da geçecek." "İnşaAllah güzelim." Kalabalığın olduğu yere baktı. "Hadi yalnız bırakmayalım onları" dediğinde başımı onaylarcasına salladım.
🕊️
Elim sızlayan yaramın üzerine gittiğinde hafifçe inledim. Son günlerde ağrılarım kendini fazlasıyla belli etmeye başlamıştı. İlk zamanlar, ameliyatta aldığım narkoz ve ardından kullandığım ilaçlar sayesinde acı dinmiş gibiydi. Ancak şimdi, ilaçların etkisi kısa sürüyor, her nefesimde canım daha bir yanıyordu. Balkonda durup serin havayı içime çektim. Belki bu soğukluk, içimde yanan ateşe iyi gelirdi. Gelir miydi? Hayır, gelmeyecekti. Aklım sürekli anılara gidiyordu. Savaş Timi ile yaşadığımız her bir anıya. Caner'in de içinde olduğu, her biri kalbime kazınmış anılara.
Can bağının ne olduğunu, en derinlerdeki anlamını, askerlikte görmüş, öğrenmiş ve en çok da hissetmiştim. Şehidimizin cenazesinden sonra bir günlüğüne orada kalmıştık. İlk kez Bursa bana bu kadar dar gelmişti, nefesim kesilmişti sanki. Ertesi gün Ali Binbaşı yanımıza gelmiş, kendi görev yerine dönmesi gerektiğini ama bize izin verildiğini söylemişti. Tüm itirazlarımız fayda etmemiş, hepimiz memleketlerimize gönderilmiştik. Tam iki aylık bir izin sürecimiz vardı; tabi buna ne kadar uyacağımız meçhuldü.
İşimi seviyordum, bordo bere benim hayalimdi. Fakat bu mesleğe adım attıktan hemen sonra anladım ki, bordo berenin ağırlığı altında eziliyordum. Arkadaşlarım, can yoldaşlarım sırayla yanımda, kollarımda şehit oldukça, ben küçülüyordum. Kolay değildi. Hem nasıl kolay olsun ki? Sevdiklerimin gözlerimin önünde ölüp, benim elimden hiçbir şey gelmemesi... Düşünceler beni daha çok boğduğunda, sesli ve derin bir nefes aldım. Boğuluyordum sanki.
Balkonun kapısı aralandığında bakışlarım kapıya döndü. Ömer elinde iki tabakla içeri girdi ve hemen yanıma oturdu. Elindeki tatlı tabağının birini bana uzattığında gülümsedim. "Bu sefer seninle paylaşma kararı aldım," dediğinde gülerek başımı iki yana salladım. Tabakta ıslak kek vardı. "Ne diyeyim birader, Allah razı olsun," dediğimde gülerek omzuma vurdu birkaç kez. "Yaran nasıl abi?" "İyi," diye geçiştirdim. "İyi?" Bakışlarından, aslında iyi olmadığımın farkında olduklarını anladım. "İyi," diye tekrarladım. Bir şey demedi. Sessizlik hâkim sürerken kekimden birkaç çatal aldım. Ömer, bir türlü yiyemediği kekini balkonun mermerine bıraktı. Bakışlarını bana çevirerek, "Abi harbiden iyi misin?" dedi. Değildim. "Olmam gerektiği gibiyim kardeşim," dedim, birçok anlama gelebilecek şekilde kurdum cümlelerimi.
Balkon kapısından ufak tıkırtılar geldiğinde bu sefer de Betül'ün geldiğini gördüm. O da gelerek bir diğer yanıma oturdu. Yanağıma öpücük bırakıp, "Bensiz kardeş günü yapmak ha, öyle olsun," dedi. Bir türlü bitiremediğim kekimi ben de Ömer'in tabağının yanına koyup kolumu Betül'ün omzuna attım. Saçlarına öpücük kondurdum. "Sensiz olur mu hiç güzelim?" Ömer, hayıflanarak "Neden olmasın ki, belki biz erkek erkeğe takılmak istedik." Betül'le göz teması kurarak devam etti. "Bak ablacım, altını çizerek diyorum, erkek erkeğe." Betül, nereden bulduğunu bilmediğim kırlenti Ömer'in kafasına fırlattı. Tabi Ömer kafasını eğdiği için bizi kaç dakikadır dikizleyen annemi hedef aldı. Annem sinirle Ömer'e baktığında Ömer, ellerini havaya kaldırdı. "Ben suçsuzum." Annem, "Eşek sıpası kafanı eğmesen o yastık seni hedef alacaktı," dediğinde Ömer, "Ben nereden bileyim senin orada bizi dinlediğini," dedi. Annem şakayla, "Hem suçlu hem güçlü," diye söylendi. "Ulan ben anlamıyorum, ben üvey falan mıyım?" Betül'ü gösterdi. "Tek kızmış diye laf söylenmiyor," ardından beni gösterdi. "Sevgili abiciğim ise çok fazla yanımızda olmadığı için özlenen eden o olur. Ömer kim ki zaten değil mi?" Annemin arkasından gözüken babam ise "Şş, Ömer'ime laf yok. O evimin en küçüğü," dediğinde Ömer sırıtarak, "Eyvallah reis," dedi. Anneme dönerek, "Gör bunları gör," diye söylendi.
Biraz da annemlerle oturduktan sonra annemin zoruyla balkondan çıkarılmıştım. Onlara odamda dinleneceğimi söyleyerek geçtiğimde, odamda duran ilaçlarımı içmiş, yatağıma uzanmıştım.
🕊️
Hemen yan tarafıma koyduğum telefonum çaldığında arayana baktım. Ecre, görüntülü sohbet başlamıştı. Gülümseyerek açtım telefonu. Tozpembe yazmasıyla karşımda belirdi, görüntüsü. "Mirza?" Sesindeki sorgu, yaram için olduğunu biliyordum. Şu aralar ağrılarımın arttığını bir tek o biliyordu. Benim en yakınım, canım olmuştu. "Güzelim?" Gözlerindeki endişe oradaydı. "İyi misin, ağrıların çok mu hala? Elif'e danıştım, normal olduğunu söyledi. Eğer ilaçların etkisi olmuyorsa ve çok fazla ağrın olursa serum yemen gerektiğini söyledi. Gidelim mi? Geleyim mi yanına?"
Güldüm. Benim gülmem onu sinir etmiş olacak ki kaşlarını çattı. "Pardon beyefendi? Ben tam olarak nereyi kaçırdım. Tamam gül, ben de gülmeni çok isterim ve sana da gülmek çok yakışıyor. Fakat tam olarak neyi kaçırmış olabilirim?" "Canım, ben iyiyim. İnan ki ruhen çektiğim acılara bakış bu ne ki?" Duraksadı. Çatılan kaşları düz halini aldı. "Ben alışığım, öğretmen hanım. Bunlar bize koymaz bile." "Senin için endişelendim ben," Başımı salladım, biliyorum manasında. "Biliyorum güzelim ama ben iyiyim. Daha da iyi olacağım. Hem sen benim yanımdayken kötü olma ihtimalim var mı?" Dudaklarını birbirine bastırdı. "Yok mu?" Kaşlarımı yukarı kaldırdım. "Yok," dediğimde gülmemek için yanaklarını ısırdığı buradan bile belliydi. Tebessüm ettim. "Gülümsemeni saklama benden." Bu sefer kendini durdurmaya çalışmadan gülümsedi.
Gülümsedi, kalbim titredi.
Gülümsedi, ruhum doydu.
Gülümsedi, acılarım son buldu.
O bana Rabbim tarafından verilen en güzel hediyeydi.
🕊️
Günler hızla akıp gidiyordu. Savaş Timi'nden İstanbul'da olanlarla görüşmüştük. Diğerlerini ise bizzat görüntülü aramış, nasıl olduklarını sorduğum gibi bir de telefondan – olduğu kadarıyla – teyit etmiştim, iyi olup olmadıklarını. Hepsi gün geçtikçe toparlanıyordu. Hepsinin ruhunda bir acı vardı. Bu acı gözlerine de yansımıştı. Fakat aralarından en kötü olanı Emre'ydi. Emre hep böyleydi. Bizler bir şekilde toparlanıyorduk fakat Emre her defasında zor toparlanıyordu. Kabullenemiyordu. O pisliklerin kardeşlerimize verdikleri zararı bir türlü kabullenemiyordu. Biz de öyleydik lakin bizler bir şekilde saklayabiliyorken o bizzat dışına yansıtıyordu. Ve ben emindim ki Ecre bana nasıl iyi geliyorsa, Elif de ona iyi gelecekti. Aralarındaki çekimin ben gibi tüm tim de farkındaydı. Sadece Emre'nin bize ne zaman anlatacağını bekliyorduk.
Ecre ise bu süre zarfında eve daha sık gelip gidiyordu. Gelmediği günler ise annem bizzat çağırıyordu. Tabi Ecre'nin amcasıyla benim aile de daha sıkı fıkı olmuşlardı. En kısa zamanda isteme ve diğer şeylerin de gerçekleşmesini konuşmuşlardı. Ben biraz daha kendimi toparladığımda istemenin olması gerektiğini düşünmüşlerdi. Benim için bu çok güzel bir haberdi. Hatta bana bıraksalar ben izindeyken direk nikâh işlerini hallederdim fakat bir taraftan da istiyordum ki her şey sırayla, güzelimin istediği gibi gerçekleşsin.
"Ecre'm, güzel kızım, pilavı da koyabilir misin?" Annemin sesi bana ulaştığında yüzümde istemsiz bir gülümseme oluştu. Sevdiğim kadınların böyle güzel anlaşmaları beni de mutlu ediyordu. "Tabii anne." Onları dinlemeyi bırakıp oturduğum yerden ayaklandım. Ben uzun süreli oturmalara, dinlenmeye alışık birisi değildim. Ali Binbaşım ne kadar bizi sormak için arasa da her defasında göreve ne zaman çağırılacağımızı da bizzat soruyordum. O da her defasında iznimizin bittiği vakit, yukarıdan da onay çıkarsa çağıracaklarını söylüyordu fakat ben sormaktan yılmamış olsam da Binbaşım her defasında cevaplamaktan yılmıştı.
Ayaklarımın açılması için birkaç defa daha tur atarken telefonuma bildirim geldiğini belirten o ses yayıldı. Eşofmanımın cebinden telefonumu çıkarıp kimin mesaj attığına baktığımda kayıtlı olmayan bir numaradan olduğunu gördüm lakin numara kayıtlı olmasa da kimin attığını çok iyi biliyordum.
Kimden: 0545 **
🗝️
"Bir Seni Sevdim Bir de Seni Sevmeyi..."
Araf Demir
Bordo Bere… Kimi için bir renk, kimi için bir simge. Benim için ise, ömrümün her anına sinmiş bir çağrıydı. Çocukluk hayallerimi süsleyen bir kahramanlık nişanesi, gençliğimi yoğuran bir sevda ateşiydi. Evvela hayranlık, aşk ve gururdu benim için. Sonra, yılların omuzlarıma yüklediği her bir sorumlulukla, bu çağrışımlar bambaşka bir anlam kazandı. Anladım ki Bordo Bere, umuttu. Küçük yüreklerin bekleyişi, anaların gözyaşında demlenen dualar, düşmanın kâbusu, mazlumların karanlığına düşen bir ışık… İşte o vakit, omzumda taşıdığım bu kutsal berenin ağırlığı, ruhumda derin bir yankı buldu. Ve ben, bu ağırlıktan zerre şikayetçi değildim. Zira mesleğime duyduğum aşk, her zorluğun üstesinden gelmeye yeterdi. Zaten hayatın kendisi de başlı başına bir sınav değil miydi?
Ben Araf Demir, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir ferdi, Astsubay Başçavuş. Köyümün toprağında yoğrulmuş bir çocuktum ben. Babamın çiftçi elleri, annemin sıcak şefkatiyle büyüdüm. Boş zamanlarımda toprağa can veren babama yardım eder, köyün sessizliğinde kendi dünyamı kurardım. Köyümüzde bir Bordo Bereli abi vardı; onun üniformasının asil duruşu, beresinin verdiği o eşsiz hava, kalbime bu sevdayı düşüren ilk kıvılcımdı. O zamanlar sadece hayrandım; berenin ardındaki ağır sorumluluğu, hayatımın baharında sönüp giden nice umudu o zamanlar henüz idrak edemiyordum.
Nadir izinlerimde, özlemle ailemin yanına dönerdim. Bir akşam, babamın "Yok mu bir sevda?" sorusu havada asılı kaldı. Gülümsedim. "Olmaz mı baba? Dağa, taşa, üniformamıza olan sevdamız var. Yetmez mi?" Annem, o pamuk elleriyle saçlarımı okşarken, "Niye öyle diyorsun evladım?" dedi. "Güzel anam, dağda bayırda ne kızı, ne sevdası Allah aşkına!" diye karşılık verdim. "Sana bulayım diyorum, istemiyorsun," diye üsteledi. İsterdim. Hem de nasıl isterdim. Bir yuvaya tutunmayı, baba olmayı... Lakin bu mesleğe adım attıktan sonra, böyle bir hayali zihnime dahi sokamaz olmuştum. Seçeceğim eşimi, bu büyük sorumluluğun çetin yollarına çekmek istemezdim. Ta ki onu görene dek… O, gazeteci kimliğiyle hayatıma ansızın düşen Büşra'ydı.
Gazeteci Büşra Yücel. Şırnak'ın zorlu coğrafyasına, bizimle ilgili bir haber için gelmişti. Kader miydi bu, yoksa yazgı mı? Onu bana getiren hangi görünmez eldi? Güzelliği haddinden fazlaydı. Simsiyah saçları, bembeyaz teni, hafif çekik, kahvenin en güzel tonundaki gözleri, gür kaşları, biçimli burnu, minik dudaklarıyla adeta bir peri kızıydı. Belki de bana öyle gelmişti, kalbimin süzgecinden süzülerek.
Komutanım, onunla ilgilenme görevini bana vermişti. Şimdi iyi ki diyorum, iyi ki bendim onunla ilgilenen. İyi ki onda gördüklerimi başkası değil, ben gördüm. Ama…
Bu "ama" kelimesi, yüreğime bir hançer gibi saplanırdı. Onu burada tutan benim sevgimdi belki de. Benimle hiç karşılaşmasa, belki de şehit düşmeyecekti. Hayatının baharında sönüp gitmeyecekti. Babam hep derdi: Sevda farklıdır. Ne aşka benzer ne sevgiye. Bambaşkadır. Ben babamı anladığımı sanır, vatana duyduğum sevdadan bilirim derdim. Meğer öyle değilmiş, çok farklıymış. İkisinin de gönlümde apayrı bir yeri varmış. Tüm bunları Büşra ile öğrenmiştim. Hayatıma bir rüzgar gibi girip çıktı; ama bende bıraktığı etki, tüm ömrüme yetecek kadar derindi. Ona olan sevdam, benimle birlikte mezara kadar gidecekti. Sözüm sözdü ona. Büşra, kollarım arasında son nefesini verdi. Bana hayat veren o nefes, benim kollarımda son bulmuştu. Ben ona hasrettim. Sesine, kokusuna, bakışına, saçlarına… Her şeyine hasrettim.
Bazı geceler, hasretim gönlüme sığmaz olurdu. Hayatıma ne olduğunu anlamadığım bir anda düşmüş, yine anlamadığım bir anda çıkmıştı. Geç gelmişti, erken gitmişti. Karargahtaki odama girip üniformamı üzerime geçirdim. Odayı terk edip yeniden bahçeye çıktım. Mirza Komutanımın emriyle hepimiz karargahta toplanmıştık. Çok şükür ki hepimiz toparlanmıştık, lakin içimizdeki sızı hâlâ duruyordu. O sızı, Caner'di. Bu tür durumlarla karşılaşmak, mesleğimizin acı bir gerçeğiydi. Canı gönülden bu durumlarla karşılaşmamayı dilerdik, ama olmuyordu. Bizim elimizde değildi ki…
Bakışlarımı etrafta dolaştırırken, köşede hararetle konuşan Burak Komutanım ile Üsteğmen Berçin Çalışkan Komutanımı gördüm. Kaşlarım kendiliğinden havalandı. Ne alaka? Daha önce ikisinin bu denli samimi konuştuğunu görmemiştim. Gerçi Berçin Komutanım, rütbece Burak Komutanımdan büyük olduğu için onunla sürekli uğraşır, adeta ceza niyetine birçok şey yüklerdi. Burak Komutanım bir şey diyecek olsa, "Emrediyorum asker!" derdi ve Burak Komutanım orada kalırdı. Yaşça ise Burak Komutanımın daha büyük olduğunu bilirdim. Tuhaf bir ilişkileri vardı. Lakin böyle tek başlarına konuşurken hiç görmemiştim onları. Berçin Komutanım daha sakin dururken, Burak Komutanım patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Onları daha fazla gözetlemeyi bırakıp bakışlarımı tekrar etrafta dolaştırdım.
Karargahtan çıkan Hamza bana doğru geldi. "Komutanım, toplantı odasında toplanıyoruz," dediğinde ayaklandım. "Komutanım?" diyen Hamza'ya döndüğümde, "Burak Komutanımı gördünüz mü, baktığım yerlerde bulamadım onu," dedi. Bakışlarımla onların olduğu köşeyi işaret ettim. Hamza bir an için yanımda olduğumu unuttuğunu düşündüm, çünkü ağzından bir "Oha!" nidası çıktı. Bakışlarım tekrar onu bulduğunda, mahcup bir sesle konuştu: "Pardon Komutanım, kendimi tutamadım." "Git ve komutanını çağır asker," dediğimde hazır ola geçip, "Emredersiniz Komutanım," dedi ve Burak Komutanıma doğru ilerlemeye koyuldu. Ben de yönümü karargâha çevirdim.
Etraftaki askerlere selam vererek, toplantı odasına girdiğimde timin çoğunun burada olduğunu fark ettim. Benim ardımdan da Burak Komutanım ve Hamza içeri girmişti. Emre, bakışlarını Burak Komutanıma çevirdi. "Komutanım, toplantı hakkında bir bilginiz var mı?" Burak Komutanım başını olumsuz anlamda salladı. Toplantı odasının kapısı tekrar açıldığında içeri Berçin Komutanım ile Mirza Komutanım girmişti. Hepimiz ayağa kalkıp hazır ola geçtiğimizde, Berçin Komutanıma göre biraz daha kıdemli olan Mirza Komutanım eliyle oturmamızı işaret etti. Onlar da kendileri için ayrılan sandalyelere oturdular. Mirza Komutanımın bakışları hepimizin üzerinde tek tek gezdi, ardından memnuniyetle, "Maşaallah yiğitlerime, iyi gördüm sizi," dediğinde Emre sırıttı. "Bizi böyle iyi görmek istiyorsanız, tek yapmanız gereken 'operasyon var gençler' demeniz yeterli." Güldük. Haklıydı yani.
Alper, Emre'ye döndü. "Komutanım, Mirza Komutanımın bizlere hitaben 'gençler' demesini anlarım, fakat siz ve genç olmak?" diye sorguladığında Emre şaşkınlıkla bir kendine, bir Alper'e baktı. "Pardon, koçum? Genç olmamak derken? Bir de bana?" Alper gülmemek için kendini zor tutarken Emre devam etti: "Ben gayet gencim, fakat…" diyerek bakışlarını Burak Komutanıma çevirdi. "Burak Komutanımın yaşı başını aldı gidiyor ve komutanım daha kendisi gibi yiğit, yağız bir sevdicek bulamadı. Sen bizi bırak, komutanıma bak." Burak Komutanım, sinirle Emre'ye döndü. "Sana ne lan! Benim birini bulup bulmamamdan veyahut yaşımdan. Ayrıca," bakışları kısa süreliğine Berçin Komutanıma değip geçti. "Ben halimden memnunum. Hem sen önce bir kendine sevdicek bul." Emre derin bir iç çekti. "Buldum bulmasına komutanım da… Yüz vermiyor zalimin kızı."
"Ne boş muhabbet yaptınız oğlum," dedi Atahan, Emre ve Alper'e karşı. Burak Komutanım ise Emre'ye sadece göz devirmekle yetinmiş, bakışlarını bizi gülerek izleyen Mirza Komutanıma çevirmişti. "Komutanım, bu toplantının yeni bir görev olduğu belli, lakin içeriği ile ilgili bir şey biliyor musunuz?" diye sorunca hepimiz ciddiyete bürünmüş, bakışlarımızı komutanıma çevirmiştik. "Az çok hakim sayılırım. Bana bir mesaj geldi. Bu mesaj tanıdığımız bir kişiden, bizim gibi vatanı için gece gündüz çalışan fakat adları bizden de az duyulan hatta hiç duyulmayan, bu vatanın gizli kahramanlarından olan bir mesaj," dediğinde ağzımdan, "M.İ.T." çıktı. Komutanım kafasıyla beni onayladı. "Aynen öyle. Mesajın içeriği bir anahtardan oluşuyor."
Melih sessizliğini bozarak, "Neyin simgesi bu anahtar komutanım?" dedi. Komutanım, "Bize bilgilerin veya birilerinin kapısını açtıracağını düşünüyorum," dedi. Berçin Komutanım, bakışlarını önündeki dosyadan çekerek, Mirza Komutanıma çevirdi. "Bu da demek oluyor ki, bu seferki MİT ile olan çalışmalarımız diğerlerine benzemeyecek." Mirza Komutanım, konuşmak için ağzını açtığında toplantı odasının kapısı açıldı ve içeri dört kişi girdi: bir kız, üç erkek. Başlarıyla selam verdiler. Bu sırada toplantı odasında bilgisayar başında olan diğer askerlerden birileri onlar için masaya dört sandalye daha koydu. Erkeklerden diğerlerine göre daha ciddi ve kaşları çatık olanı konuştu: "MİT personeli Asaf Arsal." Sürekli sırıtıp duran ve diğerlerine göre daha açık tenli olan konuştu: "Ben de Canberk Türker." dediğinde kaşlarım yukarı kalktı. Çok tuhaf, rahat bir çocuktu. Devam etti: "Özel kuvvetler ile tanışmak bir şereftir benim için." Emre kendi gibi birisini bulduğu için mutlulukla konuştu: "Ben de MİT personelleri ile tanışmaktan şeref duydum kardeşim." Başımı iki yana salladım. Görevde bir Emre bize fazlasıyla yetiyorken iki Emre'yi düşünemiyordum.
Geriye kalan tek erkek de kendini tanıttı: "MİT personeli Gökhan Türker." Berçin Komutanının yanına oturan, onlarla birlikte gelen kız konuştu bu sefer: "Asena Türker." Hepimizin aklında olan o soruyu Alper sordu: "Siz üçünüz kardeş misiniz?" Canberk cevap verdi: "Hangi anlamda soruyorsun kardeş? Siz biz demeden hepimiz kardeş değil miyiz?" Alper ciddiyetle kafasını salladı: "Orası öyle. Ben soyad açısından sordum." Gökhan konuştu bu sefer de: "Aramızda kan bağı yok kardeşim ama can bağı var. Bizim mesele karışık biraz." Alper anladığına dair kafasını salladı ve sessizliğini korumaya devam etti.
Toplantı odasının kapısı bir kez daha açıldı ve içeriye Ali Komutanım girdi. Hepimiz ayaklandık. "Oturun çocuklar," emri ile tekrardan yerlerimize oturduğumuzda Ali Binbaşım tebessüm etti. "Sizleri iyi gördüm." Hep bir ağızdan, "Sağ ol," dedik. Ali Binbaşım, MİT personeli olan dört kişiye baktı. "MİT personeli olan arkadaşlarımız," bakışları tekrardan bize döndü. "Sizler zaten tanışmışsınızdır." Soluklandıktan sonra devam etti: "Hep birbirimizle bilgi paylaşımı yaptığımız ama bir araya gelmediğiniz o arkadaşlarınız. Bu görevde hep bir arada bizzat birlikte yürüteceğiniz bir operasyon olacak. MİT Başkanımız Ahmet Türker de bizimle olacaktı fakat hepiniz biliyorsunuz ki görev beklemez." Binbaşımın onlara tekrardan bir bakış attıktan sonra tekrardan bizlere döndü. Bakışlarını hepimizin üzerinde gezdirdi.
"Mirza'ya anahtar simgeli olarak gelen mesaj Gökhan'a aitti. Aslında sizler zaten tanışıyordunuz, bugün ise bu fiilen gerçekleşti. İstihbarat teşkilatının da kendi bir ekibi var arkadaşlar. Bu ekipten şu an için dört kişi olarak geldiler. Bu seferki görev öncekilerine benzemeyecek. Çünkü bu sefer sadece dış cephede savaşmayacağız. İç cephede de bizleri büyük bir savaş bekliyor." Bakışlarını Gökhan'a çevirip başıyla onay verdi. Gökhan da başıyla onayladı ve bizlere odaklandı.
"Güzel topraklarımızda hep hainler oldu. İçimizden de birçok hain çıktı ve hâlâ çıkmaya devam ediyor. Bir ağ kurmuşlar. Bu ağ tam olarak nedir, necidir bilemiyoruz. Fakat bu seferki kodumuz bir anahtar. Biz şu an ilk anahtara ulaşmakla başlamamız gerekiyor. İlk anahtarın açtığı kapılardan ilerleyerek diğer anahtarlara da ulaşmak gerekiyor. Ülke içerisindeki operasyonlarla bizzat biz ilgileneceğiz. Ayrıca ülke sınırı sizde olduğu gibi gerektiği yerde biz de sizlere katılacağız. Bu ağı yok etmemiz gerekli."
"Güzel, hoş anlatıyorsun kardeşim de, ilk anahtar ne? Veya kim? Nereden başlayacağız?" dedi Mirza Komutanım. Asaf konuştu: "Bunun için çalışmalara başladık bile. Gereken neyse onu uygulayacağız. Sizin de haberiniz olacaktır elbette." Ali Binbaşım konuşmayı devraldı: "Üstlerimle bizzat konuştum bu konuyu, Savaş timi bu görev için görevlendirildi. Onları bitirene kadar durmak yok arkadaşlar." Bakışları Berçin Komutanıma döndü. "Bu görev için sen de bu timde olacaksın Çalışkan!" "Emredersiniz Komutanım." "Ahmet Başkanla bir yemek organizasyonu yapacağız. Bu iki tim de orada olacak. Ben gününü, yeri ve saatini Mirza'ya atarım."
Hep bir ağızdan, "Emredersiniz," dedik. Ali Binbaşı ayaklanınca hepimiz hazır ol komutunda ayaklandık. "Bir daha ki emre kadar istirahat edin." Toplantı odasından çıkarken Berçin Komutanıma seslendi: "Üsteğmen Çalışkan, benimle gel." Berçin Komutanım, odadan çıkarken bakışlarım, Burak Komutanıma değdi. Ali Binbaşım ile giden Berçin Komutanıma bakıyordu. Onlar odadan çıkınca bakışları bir an bana değdi ve gözlerini kaçırdı. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Bilirdim o bakışları. Bilirdim o kaçan gözleri.
Mirza Komutanım, "Duydunuz komutanımı çocuklar, serbestsiniz şimdi," dediğinde Emre, bulduğu arkadaşıyla daha yakından tanışmak için kolundan sürükleyerek – çok da sürükleme denmezdi bence çünkü Canberk de isteyerek – odadan çıktılar. Asaf ve Mirza Komutanım konuşarak odadan ayrıldılar. Burak Komutanım kapıda dikilen ere seslendi: "Bana sade Türk kahvesi getirir misin koçum?" Er, Burak Komutanının dediğini yapmak için çıktı. Gökhan ise Atahan ile birlikte odadan ayrılmışlardı. Hamza, Burak Komutanıma hitaben konuştu: "Hayırdır Komutanım başınız mı ağrıyor? Pekiyi gözükmüyorsunuz." "Öyle de denilebilir İnal." Alper, Arda'ya hitaben "Devrem bir çarşıya mı çıksak?" dediğinde buna dünden razı olan Arda, "Bence de," dedi ve bize selam vererek ayrıldılar. Ben de ayaklandım. Uğramam gereken bir yer vardı. Gitmeyi isteyip gidemediğim fakat en azından şimdi gideceğim yere giderek huzur bulmayı istediğim bir yere.
🕊️
Bertür Vadisi... O buradayken birlikte geldiğimiz, onun huzur bulduğu, benimse sadece onun varlığıyla soluklandığım o kutsal topraklar. Şelalenin gürültüsüyle yıkanan bir taşa çöktüm. Ruhumda açılan yara öyle derindi ki, tarifsiz bir sızı tüm benliğimi kemiriyordu. Hayallerim, onunla birlikte o kara toprağın altına gömülmüştü. Kalbim, dur durak bilmez bir ağrıyla kasılıyor, her atışı bir hüzün senfonisine dönüşüyordu. Bunun tarifi olduğunu sanmıyordum.
Askeri görevime başladıktan sonra annemleri İstanbul’a, akrabalarımızın yanına yerleştirmiştim. Arada bir köye dönerler, toprağın kokusunu içlerine çekerlerdi. O da İstanbulluydu. Peki, neden İstanbul'un o kalabalık sokaklarında hiç karşılaşmamıştık? Neden kader bizi burada, bu dağ başında bir araya getirmişti? Neden gelmişti ki buraya? Gelmeseydi, yaşar mıydı? Elimle yüzümü sıvazladım. Şu an en çok istediğim şey, onunla birlikte o soğuk mezar toprağında olmaktı.
Gözlerim, şelalenin çağlayan sularına kaydı. Zihnimde canlanan anıyla yüzümde buruk bir tebessüm belirdi.
Büşra, her zamanki cıvıl cıvıl haliyle kollarını iki yana açmış, kendi etrafında dönüyordu. "Büşra, dönüp durma, başın dönecek şimdi!" Sesimi duymasıyla olduğu yerde durdu ve kıkırdayarak dönen başının durmasını bekledi. Haline güldüm. Tam bir çocuktu. Küçük bir kız çocuğu. Sonra aklıma düşenle daha çok gülümsedim. Küçük Büşraların olması… Hayali bile ne güzeldi.
Başının dönmesi dinmiş olmalıydı ki, yanıma gelip oturdu. "Ne ketum bir adamsın sen ya?" Şaşkınlıkla ona döndüm. İşaret parmağımla kendimi gösterdim. "Ben mi ketum bir adamım?" Alt dudağını ağzının içine alıp dişlerini geçirdi. Gülerek kafasını salladı. Bakışlarım çok kısa bir anlığına o narince kıvrılan dudaklarına indi. Tekrar gözlerine baktım ve gözlerimi devirdim. Hafif bir sitemle konuştum: "Sen ketum biri görmemişsin." Aklıma gelenle sinirlenmiştim. Bakışlarım hızla ona döndü tekrardan. "Görme de zaten! Niye görecekmişsin? Senin gördüğün, göreceğin tek adam benim!" Gülerek bana bakmaya devam etti. Olumlu cevap vermeyince kafamı hafifçe eğdim ve ona bakarak, "Görmezsin değil mi güzelim?" dediğimde kahkaha attı.
O güldü, ben dediklerimi unuttum.
O güldü, ben diyeceklerimi unuttum.
O güldü…
O güldü ve bende akıl fikir kalmadı.
O gülmeye devam ederken mırıldandım: "Büşra." Gülmesini bastırmaya çalışarak, "E-fendim," dedi. "Gözlerim gözlerine yenik düşmüş, aşık bir serseri oldum." Kahkahası yerine yüzünde o eşsiz tebessümü yer edindi. Devam ettim: "Ben sana fena tutulmuşum kızım." Elini yanağıma koydu. "Araf…" Yanağımı iyice eline yasladım. Mırıldandım: "Hımm." "Benim senden öncem veya sonram yok, olmayacak da. Bir tek sen adam. Bir tek sen. Gözlerinin yenik düştüğü gözlerim bir tek seni gördü ve bir tek seni görecek. Dahası yok." Yüzümdeki huzurlu tebessüm, mutluluktan sırıtmaya döndü. Yanağımda duran elini kendi ellerimin arasına alıp bir öpücük kondurdum. "Büşra, biz evlensek mi?" Gülerek kaşlarını yukarı kaldırdı. Böyle bir şey beklemiyordu. Ben de beklemiyordum çünkü. "Araf, uçuşa geç demedim sevgilim!"
Yerimde dikleştim. "Kabul, ani oldu. Böyle bir şekilde teklif etmeyi ben de düşünmüyordum ama bir düşünsene…" Kafasını yana eğdi. "Neyi?" Sırıttım. "Küçük Büşraları." İlk saniyeler dediğimi anlamadı fakat sonradan idrak edince küçük yumruğuyla omzuma vurdu. Utanmıştı. "Pisliksin ya!" "Niye ya, hayali bile çok güzel değil mi?"
Bir süre durdu. Yüzündeki tebessüm buruklaştı. Bakışları bana döndü. "Güzel, hem de çok güzel ama…" Yüzündeki ifadeyle benim de yüzümdeki tebessüm kayboldu. Kaşlarım istemsiz bir şekilde çatıldı. "Ama?" "Araf, o hayallerimiz bizi bulacak mı?" "O ne demek güzelim?" Sıkıntılı bir nefes verdi. "İçim rahat değil benim. Bilmiyorum ama sanki bir şey olacak gibi. Sanki son günlerimi yaşıyor gibiyim. Çok tuhaf bir hissiyat var içimde. Rüyalarım desen…" Durdu. Dedikleriyle benim kaşlarım daha çok çatıldı fakat kalbime çöken o hissi unutamadım hiçbir zaman. Onun cümleleriyle kalbime çöken o his… Yutkundum. Bir anda değişen atmosferi düzeltmek amacıyla alayla söylendim: "Asker olan siz değilsiniz Büşra Hanım." Ama o atmosfer dağılmadı.
Yüzündeki hüzünlü tebessümü korumaya devam etti. "Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum sevgilim. Ve Rabbimden isteğim odur ki, bu kötü his sana çıkmasın. Sana bir şey olmasın." Sinirle ayaklandım. "Allah aşkına Büşra, bu laflar da ne? Nereden geldi şimdi aklına ya?" Bu düşünce bile beni yıkmıştı ki gerçeğini düşünemiyordum. Sinirle ve içimde oluşan korkuyla elimi saçlarıma attım, hırsla dağıttım.
Büşra da ayaklanmış, karşıma dikilmişti. "Araf, beni dinlemen gerekiyor." Ellerimi iki yana açtım. "Neyi dinleyeceğim Büşra? Allah aşkına söylesene! Neyi dinleyeceğim? Senin veda konuşmanı mı? Hem de kötü bir his yüzünden." Bakışlarımı etrafta gezdirip tekrardan göz hapsine aldım uğruna öleceğim gözlerini. "Benden bir şey mi saklıyorsun?" Gözleri dolmuş, o incileri akmaya hazırdı. Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Hayır, senden bir şey saklamıyorum. Aklında olan o düşünceleri sil." İncilerinin akmaması için bir mücadeleye girdi, kendini toparlayıp konuştu: "Annem bugün sabah beni aradı. O da kötü bir rüya görmüş, endişelenmiş, ne zaman memlekete döneceğimi sordu." Kuruyan dudaklarını ıslattı. "Araf, bu bir veda konuşması değil! Önce bunu anla! Fakat içimdeki o his gitmiyor. Her geçen gün daha çok büyüyor. Önceden aklıma gelmeyen düşünceler geliyor. Önceden hayal kurardım ve bu hayalleri yaşayabilecek miyim demezdim! Ama şimdi öyle olmuyor, aklımın bir köşesinde bu hayallerimi gerçekleştirebilecek kadar ömrüm var mı acaba diyorum. Gördüğüm rüyalar da çok etkili oluyor. Yalan yok, gördüğüm rüyalar hiç de kötü değil ama bu dünyalıkta değil, Araf. Ben sana veda konuşması yapmak istemedim, içimden geçenleri bil istedim! Hata ettiğimi şimdi fark ettim."
Bana arkasını döndü ve ilerledi. Hızla arkasından gidip kolundan tutup yönünü bana çevirdim ve bir şey demesine veyahut gitmesine izin vermeden göğsüme saklamak istercesine sarıldım. Sımsıkı sarıldım ona. Kokusunu içime derince çektim. "Belki de burada olman seni bilinçaltı olarak etkilemiş olabilir sevgilim. Yarın sabah ilk işimiz sana bilet almak olacak. Memleketine dön. Nasıl olsa benim geleceğim ilk yer senin yanın olacak." Kafasını bana doğru kaldırıp çenesini göğsüme yasladı. "Seni çok seviyorum." Gülümsedim. Saçlarına bir öpücük kondurdum. "Ben de seni çok seviyorum güzelim."
Ben o gün anlamıştım. İnsanlar bu dünyadan göçeceği zaman bunu hissediyorlardı. Büşra da hissetmişti. Bana o gün söylemişti aslında, benden gideceğini. Ben fark edememiştim. Doğrusu böyle bir şeyi aklıma getirmek bile istememiştim. Büşra Yücel hayatıma anlam katan kadındı. Hep de öyle kalacaktı. Son nefesime kadar.
🕊️
Emre Batur
İşlerimi apar topar halleder halletmez, ruhum çoktan havalimanına kanatlanmıştı bile. Şırnak’a, benim hasretle beklediğim bir doktor hanım gelecekti. Bizden hemen sonra Ecre yengem de gelmişti; zira eğitim beklemeye gelmezdi. Benim “doktor üzümlü kekim” ise, buraya gönüllü olarak geldiği için İstanbul’daki hastanesinde birkaç imza işi vardı, bu yüzden Ecre yengemle gelememişti. Yengemden aldığım habere göre, bugün gelecekti. Yengemi ikna etmiş, onu kendim karşılayacaktım. Normalde kendi arabasıyla gelecekti lakin yolların tehlikesi yüzünden toplu taşıma araçlarını kullanmayı tercih etmişti.
Zalimin kızı, hâlâ yüz vermiyordu bana. Acaba yanlış bir taktik mi uyguluyordum? Beyler, taktik alayım lütfen! Gelen yolcuların kapısından gözlerimi ayırmadan beklemeye koyuldum. Ve işte, kapıdan çıkan o silüet… Doktorum.
Açık yeşil bir tunik, altında siyah bir pantolon… Üzerine siyah kabanını almıştı ama önü açıktı. Ah, bir de doktor olup herkese tavsiye verecek! Önce kendi önünü kapatsa ya! Başına ise beyaz, yeşil ve pastel renklerin narin bir karışımıyla işlenmiş bir eşarp örtmüştü. Hey güzel Allah’ım, sen bu kızı özene bezene mi yarattın? Bu kız, her haliyle nasıl da aklımı başımdan alabiliyordu? Bu kız bir tek bana güzeldi değil mi? Etrafıma bakındım. Bakan yoktu ya, yoktu değil mi? Ulan zalimin kızı, beni ne hallere soktun, bir de sen fark etsen ya beni!
Elif, elindeki valizi çekiştirirken beni görmesiyle durdu. Yüzümde kocaman bir sırıtış belirdi. Rabbim, dualarımın bu kadar çabuk kabul olacağını bilseydim, daha farklı dualar ederdim. Mesela, nikah masası gibi… Birkaç büyük adımda yanına vardım. "Doktor üzümlü kekim, yuvana hoş geldin," dedim. Yüzünü buruşturdu. "Doktor üzümlü kekim mi?" Elimi enseme götürüp kaşır gibi yaptım. Olmamış mıydı ya? Oysa ben çok sevmiştim. "Sen Ecre yengeme diyorsun ya hani, seviyorsun bu kelimeleri diye düşündüm." Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. "Ecre'yi anlamamı sağladığın için teşekkür ederim Emre."
Gözlerimi kısmıştım. Şimdi bu iyi bir şey mi demişti yoksa kötü bir şey mi? Ulan, bu işler dağda terörist öldürmeye benzemiyordu ki. Hay böyle işi! "Elif," diye mırıldandım. Kafasını hafif yana eğdi ve yüzündeki gülümsemeyle, "Hm," dedi. "Beceremedim ben demi ya?" dedim üzüntüyle. Güldü. "Emre," dedi. Onun gibi, "Hm," dedim. "İnan bana çok güzel oldu." Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. "Harbi oldu mu?" dediğimde kahkaha attı. "Oldu oldu ama sen yine de öyle deme ya, harbi tuhaf oluyormuş," dediğinde sırıttım. "Öyle olsun doktor üzümlü kekim."
Bir şey demesine fırsat tanımadan valizi kaptığım gibi arabaya ilerledim. Arkamdan homurdanarak geliyordu. Şimdi daha bir keyiflenmiştim. Valizi bagaja koyduktan sonra yolcu koltuğunun kapısını açtım. Elimle koltuğu işaret ederek, "Buyurun güzel bayan," dediğimde kafasını hafif eğerek teşekkür edip bindi. Yüzümdeki sırıtışla ben de sürücü koltuğuna bindim. Bir taraftan arabayı çalıştırırken, bir taraftan da radyoyu açtım. Tabii flaşım radyoya takılı olduğu için Müslüm Baba çıkmıştı. "Seni Yazdım" şarkısıyla birlikte. Elif gülerek kafasını iki yana salladı. "Ne, sevmez misin?" dediğimde, "Kalsın," dedi.
Beyler, ben buldum valla. Harbiden buldum. Darısı sizin başınıza. Direksiyonu tutan ellerimle şarkının ritmine ayak uyduruyordum. Şarkı sözlerine girince ben de söylemeye başladım:
"Solmadan gel artık aşkımın gülü,
Olsa da konuşsa kalbimin dili.
Küçücük dünyamda bir bilsem seni,
Görünmez yazıyla yazdım kalbime."
Bakışlarım Elif'e değdiğinde, yüzündeki tebessümle beni izlediğini gördüm. Benim ona bakmamla kafasını hızla cama döndürdü. Yüzümdeki tebessüm daha nasıl büyüyebilirse, o kadar büyüdü. Tabii ben durur muyum, daha da sesli söylemeye başladım:
"Böyle bir aşk görülmemiş dünyada,
Ne geçmişte ne de bundan sonra da.
Arasalar bulamazlar rüyada,
Göremezler seni yazdım kalbime.
Nasıl sevgiliymiş görün de bakın,
Sevgilim seninle buluşmam yakın.
Unuttum desem de inanma sakın,
Anılarla yazdım seni kalbime."
Ben baktım, o çevirdi bakışlarını.
Ben söyledim, o utandı.
Benim mutluluğum ikimize de yetti yol boyunca.
Onu lojmanın önüne getirdiğimde birlikte indik arabadan. Valizi bagajdan aldım. Valize uzandığında geri çektim. "Ben götürürüm," dediğimde kaşlarımı çattım. "Ağır valizi sana taşıttıracağımı düşündüren ne acaba doktor hanım?" "Ağır değil ki," diye mırıldandığında kaşlarım düzeldi. Bir insanın sesi, bir insana bu kadar huzur mu verirdi? "Tabii ben de öyle diyordum, eşek ölüsü mü var içinde?" dedim sırıtarak. Bu sefer kaşlarını çatan oydu. "Çok gıcıksın Uzman Çavuş!" diyerek rütbemle söylendiğinde daha çok güldüm. Bu kadına kızmak bile çok yakışıyordu.
"Hemen o valizimi bırakıyorsun asker! İstemiyorum senden yardım falan!" "Hiç söylenme doktor hanım, sana bırakmam bu valizi." Bakışları etrafı taradı ve lojmanın girişinde nöbet tutan askerlere bakındı. Başıyla onları işaret etti. "Ben de onlardan yardım alırım." Ciddi bir sesle adını söyledim: "Elif!" Omuzlarını silkti. Derin bir nefes koyuverdim. Bu kızın inadı da inattı be. Nöbet tutan askerlerden birine seslendim. "Kardeşim, bir geliversene." Homurdandı. "Kibarlık nedir bilmez misin sen be adam! Geliversene ne?" Ben de onun gibi omuzlarımı silktim. Bizde böyleydi.
Asker kardeşim yanımıza geldiğinde valizi ona uzattım ve dairenin yerini söyleyip kapıya kadar bırakmasını söyledim. Dediğimi ikiletmeden yaparak valizi kaptığı gibi gitti. Elif de tam arkasını dönüp gideceği vakit seslendim: "Elif." Omzunun üzerinden bana değdi bakışları. "Bir gün, birlikte kahve içer miyiz?" Dudakları iki yana kıvrıldı. "Kibar Uzman Çavuş ha?" Daha yeni ki olaya gönderme yapıyordu. Benim de dudaklarım iki yana kıvrıldı. "Bir sana doktor hanım. Bir sana." Utanmıştı. Kafasını hızla olumlu yönde salladı. "Bir gün Çavuşum, bir gün."
Hızla yanımdan ayrıldığında dişlerimi göstererek sırıttım.
Sevda...
Güzel bir şeydi vesselam.
"Kader, gayrete aşıktır. 🌷"
Arda Çelik
Ben, Arda Çelik. Bizimkilerin deyişiyle, Rüzgâr. Timin söylemiydi bu. Sizlerin tanımıyla ise Uzman Çavuş Arda Çelik. Memleketi Konya olan. Bozkırın çocuğu Arda. Vatanına deli gibi sevdalı olan Arda. Milletine bolca sevgi besleyen Arda. Nişanlısı İrem'e deliler gibi âşık olan Arda. Ablasının biriciği olan Arda. Belki de daha nicesi olan Arda…
Türkiye'min her toprağı ayrı güzeldi. Fakat Konya'm benim için farklıydı. Konya bana göre tarih kokan bir yerdi. Her bir sevdiğim buradaydı. Ben İrem'i, sevdiğim kadını, bu topraklarda bulmuştum. Doğrusu kader denen şey bizi bir etmişti. İrem bana çok uzaktan gelmemişti ki, yanı başımdaydı aslında. Benim anne tarafım ile onun baba tarafı arasında bir akrabalık bağı vardı. Kaderim bana yakın bir yerdeymiş fakat ben biraz geç farkına varmıştım. Her Türk annesi gibi annem de söylenip duruyordu. "Eline mesleğini aldın, birikimini yaptın. E be oğlum, ben ne zaman göreceğim senin mürüvvetini, ne zaman elime torun vereceksin?" deyip duruyordu. Ona ablamdan olma bir torunu olduğunu dile getirdiğimde ise "O başka bu başka olur. Ben güzel torunum ile anneanne oldum ama senin evladın ile de babaanne olsam ya," dediği vakitlerde "Tamam ana, bul birisini bir görüşüp konuşayım," dediğimde çıkagelmişti İrem. İyi ki de gelmişti. Sevdanın, sevmenin, sevilmenin bu kadar güzel olduğunu bilseydim, daha önce gelmesini isterdim cancağızımın.
Karargâhın bahçesinde bulunan çardakta oturuyordum. Bakışlarımı karanlığı çöken gökyüzüne çevirdim. Ay ışığı tüm güzelliğiyle vuruyordu. Gülümsedim. Ben geceleri severdim. Dağda terörist avlarken gece bizi saklar, ay ışığı ise bizim avlarımızın yerini belli ederdi sanki. Tamam, kabul. Bunu tamamen ben uydurmuş olabilirdim ama öyle geliyordu işte. Bu sefer bakışlarım, hafif esen rüzgârın etkisiyle dalgalanan bayrağımıza çevirdim. Sırıttım. Bu sırıtma gurur dolu olan bir sırıtmaydı. Şimdi söyleyin bana, karanlıkta, gece vakti hangi ülkenin bayrağı ışıl ışıl böyle parlardı? Al renginin ve o rengin üzerinde bulunan ak yıldız ve ayın güzelliği ne kadar da çok yakışıyordu geceye. Ulan, ne çok seviyordum be! Eğer bir gün nasip olursa şehitlik, bayrağımın altında son nefesimi vermeyi isterdim. Onun için verdiğim savaşı onun altında son buldurmayı isterdim. Derince bir iç çektim. Dilimden "Nasip et ya Rab!" çıktı. Nasip et ya Rab! Nasip et!
Ortamı telefonumun sesi böldüğünde arayanı bildiğim için kalbim dört nala koşmaya başlamıştı bile. Üzerinde yazan isme bakmadan telefonu açıp kulağıma dayadım. "Arayacağım dedin, bir kapattın, o kapanış be cancağızım." Güldü, kalbimi önüne serdiğim şahıs. "Arda ya," "Söyle cancağızım," gülmesini bastırıp, "Sen her cancağızım dediğinde bana gülmek geliyor," dediğinde sırıtarak, "A, neden kız?" dedim. Ne kadar gülse de ona böyle dememi seviyordu. Biliyordum. Daha çok güldü. "Arda, seni çok seviyorum. Senin bana öyle seslenmeni de seviyorum ama en çok herkese karşı ciddi tavrını koruyan o adamın benim yanımda her şeyiyle kendisi olmasını daha çok seviyorum." Yüzümdeki sırıtma büyük bir tebessüme döndü. "Ben de seni cancağızım. Ben de seni tahmin edemeyeceğin kadar çok seviyorum." Devam ettim. "Şimdi söyle bakayım, kayınbabamın konuşmamızı bölecek kadar önemli olan konuşması neymiş?"
"Babam dedi ki, söyle o oğlana, seninle eğlenmesin." Sesindeki hinliği anlamama rağmen oyununa ayak uydurdum. "Ne eğlenmesi kızım, bugün he desin nikâhı basarım ben. Ama kayınbabacığım kızının ne kadar inat olduğunu bilmiyor galiba." Güldü. Onun telefonun ucundaki gülmesi beni burada bitirdi. Bir de görsem o güzel gülümsemesini, benden geriye bir şey kalmazdı. "Arda şaka bir tarafa babam harbiden ne zaman evleneceksiniz diye sordu. Konuşun ayarlayın artık nikâh işini dedi." Kaldım. Duyduklarım doğru muydu? "Ne dedi? Ne?" "Evlenin dedi can içim." Heyecanlı sesi bana da yansımıştı. "Allah be!" Heyecanımı bir kenara atmaya çalışarak, "Sen peki? Sen ne diyorsun?" "Düşündüm de çok uzadı. En kısa zamanda yapalım nikâhı ama..." Heyecanı falan atamamıştım bir yerlere. Kendisi hemen yanı başımda durup duruyordu. "Ama?" dedim. "Bir evlenme teklifi alabilmiş değilim," dediğinde kaşlarım şaşkınlıkla yukarı kalktı. "Cancağızım farkında mısın parmağında nişan yüzüğü var. Ve ettiğimi hatırlıyorum." Sinirli ifadesi sesine yansımıştı. "Ettin ettin tabi! Unutmam nasıl mümkün olabilir. Şeydi değil mi? İzine gelmiştin ama sadece bir gün kalabildin, acil görev çıkmıştı. Benim seni görmem havalimanında olmuştu, o da seni geçirebilmek için orada edilen alelacele olan evlenme teklifinden mi bahsediyorsun? Hatta uçağın kalkmak üzere olduğu için cevabımı bile öğrenemeden gitmiştin, giderken de cevabını mesaj olarak yolla dediğin tekliften mi bahsediyoruz?" Şimdi böyle deyince de hak vermedim değil. Ben ne yapmışım öyle. "Evet, Arda Bey?" Cevap bekleyen sevdiğime mırıldandım, utançla. "Ayıp etmişim be güzelim." Sesimdeki tınıdan anlamıştı. Yumuşadı. "Arda, aslında ben teklifi öylesine bahane etmiştim ama sen de öyle deyince parladım. Biliyorsun çabuk sinirlenen bir yapım var. Aslında ben öyle bir şey bile istemiyorum. Hatta ben o an da bile bunu sorun etmedim, sana cevabımı mesaj yoluyla atmıştım." Güldü, güldüm. "Can içim, harbiden öylesine demiştim ben ama konu bir an da başka yere gitti. Benim senden tek bir isteğim var ve bu isteğim bir ömürlük istek. Bunu sen de biliyorsun. Ben senden sadece her göreve çıktığında bana tekrardan sapasağlam gelmeni istiyorum. Bu bana yeter de artar." Ben onu yanlış anlamamıştım. Ben İrem'i tanıyor, biliyordum. Bunları sorun edecek biri değildi ama o da bir kadındı. Her kadın gibi bu tür şeyleri hayal etmiştir. Biz erkekler bu tür şeylere çok takılmıyorduk. Ne bileyim bize her şey daha farklı geliyordu. Biz düzdük ama kadınlar öyle değildi. Bizim düşünemediğimizi düşünürdü.
Bir süre daha konuşup kapattık. En kısa sürede nikâh tarihini alacaktık. Hatta yarın ablamla görüşüp gereken ne kadar hazırlık varsa yapılmaya başlanmasını isteyecektim. Fakat her şeyden önce şu teklif işini halletmem gerekiyordu. Yengelerim Ecre ve Ahu ile bir takım görüşmeler yapmam gerekiyordu. Fakat daha yeni yeni idrak ettiğim bir nokta vardı. Evleniyordum lan ben!
Evleniyordum!
Karargâha bağırarak girdim. Düğün vardı, düğün!
🕊️
Ecre Aslan
Okul çıkışı kendimi karargâha atmıştım. Özlediğim bir bey vardı burada. Şu sıralar yoğunluktan o bana gelemiyordu fakat ben fırsat buldukça onun yanına geliyordum. Tim birlikte oturdukları odadalarmış ama Mirza, Ali Binbaşının odasındaymış, imzalaması, incelemesi gereken birtakım evraklar varmış. Bu haberleri de bana kapıyı açan nöbetçi askerden öğrenmiştim. Artık burada iyice tanınan olmuştum. Binaya girecekken telefonla konuşan Arda'yı gördüm. Yüzü gülüyordu, konuştuğu kişi büyük ihtimalle İrem'di. Çok değişik ama tatlı bir çiftti onlar da. İrem ile hastanede tanışmış, konuşmuştuk. Onunla böyle tanışmak istemezdim. İkimizin de sevdiği beyler büyük bir tehlikeyi atlatmışken, aynı hastanede aynı korkuyu yaşarken değil de, başka yer de başka zamanda tanışmayı isterdim. "Her şey olacağına varır," diye boşuna denmiyordu. Her şey ilerlemesi gerektiği gibi devam ederdi ve biz, insanoğlu buna engel olamazdık.
Yüzümdeki tebessüm ile binaya girdim ve artık ezbere bildiğim yollardan geçerek odaya geldiğimde odaya girmek üzere olan Üsteğmenim ile karşılaştık. Beni fark etmesiyle gözleri ışıldamıştı. Bizimki tesadüflerle başlayan bir sevdaydı. Umut diyerek geldiğim yerde alın yazımı bulmuştum ben. Kaderimdeki kişi nerede, ne yapıyor, bir gün karşılaşırsak bu nerede, nasıl olacak acaba diye hep merak ederdim. Oysa ki o da benim gibi Vatanına hizmet etmeye çalışan, bunun için canını ortaya koymuş olan birisiymiş. Hizmetimiz farklı olsa da amaçlarımız aynıydı bizim. Rabbim, tam gönlüme göre birisini yazmıştı kaderime. Onun her mavi gözlerine baktığımda şükrediyordum ben. Her defasında iyi ki o, diyordum. Ve ben ona adıyla seslenmeyi sevdiğim kadar "Üsteğmenim" demeyi de çok seviyordum. Ben ona bir rütbeden ibaret olarak demiyordum ama. Ben her Üsteğmenim dediğimde altında yatan şeyler farklıydı. Altında yatanlar; bizim tanışma şeklimiz, geçmişimiz, sevdamızdı.
"Can özüm," dediğinde gülümsedim. Aramızda kalan birkaç adımlık mesafeyi de ben tamamladım. "Ben geldim yine," dediğimde güldü. "Sen hep gel, benim sana gelemediğim her an sen bana gel can özüm." Birlikte içeri geçtiğimizde buraya her geldiğimde tim tarafından yapılan karşılanma töreni, şu anda da yapılmıştı. Hepsinin ağzından sıklıkla 'yenge' kelimesini duyar olmuştum ama sevmiyor da değildim. Özellikle bayan, bekar askerler varken demeleri iyi oluyordu. Böylelikle laf arasında Mirza'nın müstakbel karısı olduğumu öğreniyorlardı ki bu da benim için fazlasıyla önem arz ediyordu. Ben kıskançtım, yapacak bir şey yoktu.
Timin arasında her zamanki konuşmalar dönüyor ve ben de arada dahil oluyordum. Gözüme ilişen, kenarda duran saz dikkatimi çekti. Gözlerimi sazdan almadan, "Aa, hanginiz çalıyor?" dediğimde baktığım yeri anlamaları ile Hamza, "Ben çalıyorum yenge," demişti. Başımı az bir açıyla eğerek, "Şimdi de çalar mısın?" diye sorduğumda tebessüm ederek onaylamıştı beni. O sazını alırken konuşan Mirza olmuştu. "Çal oğlum o zaman oradan, Pınar Başından Bulanır." Gülümsedim. Bakışları bana döndü. Türkülerle aramın iyi olduğunu, sevdiğimi biliyordu.
Hamza sazının tellerine vururken Mirza da türküye girmişti. Yüzümdeki tebessüm büyüyebileceği kadar büyüdü.
"Pınar başından bulanır (canım oy)
İner ovayı dolanır (canım oy)
Sende çok haller bulunur (canım oy)
Dağlar duman olur
Çayır çimen olur"
Çok sevdiğim gözlerini benim ela gözlerimle buluşturdu.
"Ben yari görmezsem
Halim yaman olur"[1]
Bir süre daha türküye devam etmişti. Türkü bittiğinde tim, Mirza'nın türküyü çok güzel söylediği ile ilgili birkaç cümle kurmuşlar daha sonra kendi aralarındaki sohbete dönmüşlerdi. Uzun uzun ona baktım. Güzeldi, fazla güzel ve fazlaca da yakışıklıydı fakat kalbi her şeyden daha güzeldi. Sadece benim duyabileceğim şekilde söylendi. "Seni göremezsem halim yaman olur can özüm." Dikkatimi çekip duran ama sormaya fırsat bulamadığım o soruyu sordum. "Son zamanlarda bana sıklıkla hatta neredeyse her zaman 'can özüm' demeye başladın. Yanlış anlama bana böyle seslenmen fazlaca hoşuma gitti ve sevdim ama merak ettim." Güldü. Çok güzel gülüyordu. Bunun tarifi yapılmazdı ki! Ben ona hangi güzel kelimeleri söylesem bile az kalacakmış gibi hissediyordum.
"Can özüm; en kıymetli parçam, en değerlim anlamına geliyormuş. Bir insan için en önemli şey canıdır. Ve biri can özüm diye sesleniyorsa eğer o seslendiği kişiye kendi canı kadar önem ve değer verdiğini gösterirmiş." Şaşırmıştım. Ben hiç bu anlamda bakmamıştım. Devam etti. "Ben bunu öğrendikten sonra sana bu şekilde seslenme kararı aldım. Sen benim önem ve değer verdiğim kişisin gül güzelim. Aslında ben yaptığım görevle de belli ki kendi canıma çok önem vermem fakat bu sen gelene kadarmış öğretmen hanım. Sen gelip de yüreğime konup benim canım olduktan sonra tüm dengeler bozuldu." Ben bu adam için şükredip iyi ki demez miydim? Çok güzel sevmiyor muydu bu adam? Canını canıma katmamış mıydım ben?
Ben konuşmak için ağzımı araladığımda odaya Arda'nın sesi doldu. "Allah be!" Odayı bırakın, binayı inlete inlete gelen Arda'ya hepimiz şaşkınlıkla baktık. Konuştuğu kişinin İrem olduğuna emindim ve İrem her ne dediyse Arda şu an bu haldeydi. Mirza hepimizin aklında olan o soruyu yöneltti. "Kardeşim, mutluluğun daim olsun, olsun da, hayırdır ne bu mutluluk?" Arda'nın konuşmasına fırsat vermeyen Emre atladı. "Görev var değil mi kardeşim?" Ayaklandı, timin geri kalanına gözlerini gezdirerek, "E, ne duruyorsunuz? Kalkın, düğün varmış yine," dediğinde Arda gözlerini devirmişti. "Düğün var kardeşim var da-" Emre tekrardan sözünü kesmiş, "Ben demiştim," diye söylenmişti. Arda, sinirle Emre'ye bir omuz darbesi atarak, "Bir sus be oğlum! Hevesimi kursağımda bıraktın," dedi.
Ben olayı anlamamla çoktan sırıtmaya başlamıştım bile. Demek ki İrem hanımdan onay gelmişti artık. "Ne düğünü o zaman oğlum bu?" diye soran sevdiğim beye baktım. Erkekler ile kadınların aklı çok farklı çalışıyor dedikleri bu olsa gerek. Bu sefer de olaya ben dâhil oldum. "Rahat bıraksaydınız İrem ile olan düğününün haberini verecekti zaten." Hepsi önce bana şaşkınlıkla bakmış ardından sırıtıp duran Arda'ya dönmüştü bakışlar. "Ne?"
"Harbiden düğün varmış!"
"Takılarımız hazır değil lan, önceden haber edilirdi."
"Kardeşim hayırlı olsun."
"Yenge sonunda evet dedi ha."
"Biri daha yuvadan uçuyor ve ben daha çikolatalı kurabiyemi ikna edebilmiş değilim." Evet, evet! Bu son cümleyi söyleyen Emre'ydi. Ah bir bilseydi, arkadaşımın da ona karşı bir şeyler hissettiğini, böyle konuşabilecek miydi?
Arda keyifle oturmuş, arkadaşlarının dediklerini umursamadan bana hitaben konuştu. "Sen nereden anladın yenge, bizim düğünümüzün olduğunu?" "Bahçede İrem'le konuştuğunu tahmin etmiştim. Şimdi de düğün falan deyince anlaşıldı zaten her şey." Alper kafasını iki yana sallayarak, "Bu kadınlardan korkulur," demişti. Kaşlarım kendiliğinden yukarı kalkmış ve bakışlarımın hedefine Alper'i almıştım. O da bunun farkına vardığı an U dönüşü yapmıştı. "Ben öyle demedim yenge. Yani dedim de, sana demedim. Tamam kadınlar diye hepinizi aldım ama sen yengemsin, sen hariçsin onlardan." Yanında oturan Hamza kafasına vurmuş, "Konuştukça daha çok battın, sus oğlum," demişti. Alper de bir bana bakmış, bir Hamza'ya bakmış, "Ben susayım en iyisi," diyerek sessizliğine gömülmüştü.
Melih konudan bağımsız bir şekilde, "Komutanım, kadınlar bizim bile fark edemediğimizi fark ediyor, acaba diyorum Berçin komutanı tamamen bizim time mi alsak, görevler de daha çok başarı elde edebiliriz," Mirza'ya hitaben konuşurken, Araf da hafif sırıtarak, göz ucuyla Burak'a bakmış, ardından, "Olur tabi, hatta bazılarımız için daha iyi olur," dediği an Burak'ın bakışlarının hedefi olmuştu bile. Mirza onların gırgır şamatasını takmayarak, Arda'ya yönelmişti. "Ulan oğlum, benden önce davranmak da neyin nesi?" Kurduğu cümleyle bakışlarım şaşkınlıkla ona döndü. "Ne?" diye mırıldandığımda bir tek beni o duymuştu ve bakışları bana döndü. "Ne? Yoksa benimle gönül mü eğlendiriyorsunuz Öğretmen Hanım?" dedi eğlenen bir tonla. Şaşkınlığı üzerimden atarak, "Bilmem Üsteğmenim. Hem," önce diyeceklerimi toparlamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözlerimi kısa bir süre etrafta gezdirmiş ardından ona bakmıştım tekrardan. Bakışları hala benim üzerimdeydi. "Hem ben daha bir teklif göremiyorum." Mirza'nın cevap vermesine fırsat tanımayan Arda, "Hah, doğru bir noktaya değindin yenge," derken, Mirza yanımda sadece benim duyacağım bir şekilde homurdanmıştı. "Ulan, en güzel anlarımın katilisiniz yeminle." Dediklerini hiç duymamış gibi yaparak, Arda'ya "Sen devam et," dedim. "İşte yenge, İrem de güzel bir teklif bekliyor. Bana bir yardımcı olur musunuz?" Başımı olumlu anlamda salladım. "Tabii ki yardımcı olurum." Bu dediğimle keyfi daha çok yerine gelmiş, timin takılmalarına karşılık vermeye başlamıştı.
🕊️
Oradan oraya koşturan miniklerime baktım. Onlarla aramızda can bağı oluşmuştu. Birbirimize çok iyi gelmiştik. Ben ne kadar büyümüş, yetişkin olmuş biri olsam da kanatlarım kırıktı benim. Annem, babam yoktu yanımda. Sevdiğim adamı anlatacağım, dertleşeceğim kardeşim yoktu. Yarımdım, yaralıydım ben. Benden ailemi alanlar, bu çocukların da umutlarını almışlardı. Belki de onların da sevdiklerini almışlardı. Öyle de olan öğrencilerim vardı.
Bakışlarım köşede oturan Zeynep'e kaydı. O mesela. Gençliğinin daha başında olan abisi ortalıkta yoktu. Onların deyimiyle dağa kaçırılmıştı. Zeynep, abisine bağlı bir kız çocuğuydu. Çünkü âşık olacağı bir babası yoktu. Onları terk edip gittiğini söylüyor, nerede olduğuna dair bir bilgileri bile yok. Zeynep'in abisi, evin reisi olmuş, hem okuyup hem çalışıyormuş. Kardeşine ve annesine bakmak için. Fakat teröristlerin bu okula baskın yapıp bu okulun öğretmenini ve öğrencilerini şehit düşürdükleri o olayda abisi de kaybolup gitmiş.
Buraya ilk geldiğim sıralarda köylülerle tek tek konuşarak, çocukları okula göndermeleri için ısrarlı konuşmalar yaparken, Zeynep'in annesi kabul etmemişti. Birkaç hafta ısrarla kapılarını çalmış, dil dökmüştüm. Annesinin, Hatice teyzenin dediği kelime beni çok yaralamıştı. "Evlat kaybetmenin acısını bilir misin öğretmen! Ölüsünün ya da dirisinin gelmesini beklemek nasıl bir acı bilir misin? Ölüsüne bile razı olup en azından bir mezarı olsun demenin ne demek olduğunu? Ben oğlumu kaybettim. Nerede, sağ mı, ölü mü, bilmiyorum bile. Benim bir evlat daha verecek gücüm yok. Zeynep'imi bırak, benim yanımda dursun. Dursun ki, kendimi onunla avutabileyim." Bir ananın şu kelimeleri kullanması ne kadar da acı değil mi?
Hatice teyzeyi sıklıkla ziyaret etmiş ve ona bir söz vermiştim. Kızına hiçbir zarar gelmeyecekti. Buna izin vermeyecektim. Bu sadece Zeynep için de değildi. Ben buradaki yavrulara zarar gelmesin diye onlara kalkan olurdum. Bir saniye bile düşünmeden bunu yapardım! Tüm çocuklar masumdur. Onlar bunları hak etmiyordu. Canım yanıyordu. İstiyordum ki, onların üzüldüğü şeyleri ben yükleneyim ve onlar hep mutlu olsun. Gözleri hüzünden değil, mutluluktan parlasın istiyordum.
Yanıma gelen bir diğer minik ile daldığım düşüncelerden irkilerek bana seslenen ufaklığa baktım. "Söyle Naz'ım." Elindeki test kitabını bana doğru uzattı. "Öğretmenim, ben şu soruyu anlayamadım. Rica etsem yardımcı olur musunuz?" Gülümsedim. Bu test kitabı benim onlara aldığım test kitabıydı. Merkeze giderek, içeriğini beğendiğim bir yayınevinin test kitabını almıştım onlara. Bu ufaklıkların hepsinin bir hayali vardı. Naz mesela doktor olmak istiyordu. Hayat kurtarmak istiyordu. Hatta onu Elif'le de tanıştırmıştım. Elif, ne zaman doktorlukla ilgili soruları olursa ona sormasını söylemişti. Buna çok sevinmişti güzel kızım. Takıldığı soruyu ona anlatmış ve anlayıp anlamadığını sormuştum. Teşekkür ederek anladığını söylemiş ve tekrardan bir köşeye çekilerek testini çözmeye devam etmişti.
Son iki dersimiz beden dersi olmasıyla dışarıda, okulumuzun bahçesinde takılıyorduk. Sınıfımın erkekleri kendi aralarında iki takım oluşturmuş maç yapmaya hazırlanıyorlardı. Her merkeze indiğimde onlar için bir şeyler alıp geliyordum. Öğrencilerimden Hasan'ın ise hayali futbolcu olmaktı. Bana bundan bahsederken laf arasında okulun futbol topu olmadığını ve eğer top olsaydı sürekli arkadaşlarıyla maç yapabileceğini söylemişti. Onun isteğini yerine getirmiş, merkeze giderek üç tane futbol topu almıştım. Bir ara ders bitiminde, 'Futbol oynamak isteyen var mı?' diye elimdeki futbol topu ile sınıfa sorduğumda, Hasan'ın gözlerindeki parıltılar her şeye değerdi.
🕊️
Yüzümdeki tebessüm yerini korurken bahçe kapısının açılmasıyla bakışlarım o tarafa döndü. Sevdiğim bey ve silah arkadaşları girdi içeriye. Mirza yanıma gelirken diğerleri başlarıyla selam verip maç yapmaya hazırlanan öğrencilerimin yanına gittiler. Mirza birkaç adımda yanı başıma gelip gülümsedi. "Selamın aleyküm can özüm." Gülümsedim. "Aleyküm selam Üsteğmenim." Devam ettim. "Yoğun olan işleriniz bitti galiba." Cıkladı. "Yok, ne bitecek. Sadece biraz aralığımız vardı. Emre de Elif'in buraya geleceğini duyunca bir gelelim dedik." Yüzümdeki gülümseme silinmiş onun yerine şaşkınlık ele almıştı. "Nasıl yani?" diye söylendiğimde bende ki değişimi o da farkına varmış, ne olduğunu çözmeye çalıştığı için kaşları istemsiz çatılmıştı. "Ben yanlış anlamayı umuyorum, Üsteğmenim. Anladığıma göre siz buraya Elif gelecek diye gelmek isteyen Emre için geldiniz öyle mi?" Onun da yüzünde hayret eden bir ifade oluşmuştu. "Gerçekten bunu mu anladın can özüm?" Kaşlarım yukarı kalktı. "Ne yani, şimdi de suçlu ben mi oldum?" Ağzımdan, 'hah' nidası çıktı. "Bunu siz demediniz mi Mirza Bey?" "Dedim dedim de, ben o şekilde demedim." Başımı hafif açıyla yana eğerek, "Peki hangi açıyla dediniz Üsteğmenim?" diye sordum. Bakışlarını çok kısa bir süreliğine etrafta gezdirmiş daha sonra güzel mavileri elalarıma değmişti. "Onun veya bir başkasının neden geldiği değil, benim neden geldiğim önemli öyle değil mi, can özüm?" Cevap vermeme fırsat tanımadan devam etti. "E benim neden geldiğim de gayet açık," sırıttı. "Müstakbel karımı görmeye geldim," demesiyle sanki boğazıma bir şey kaçmıştı. Birkaç defa öksürdüm. Yüzündeki sırıtış daha da büyüdü. "Helal helal Öğretmen hanım." Beni nereden vuracağını da biliyordu vicdansız! Bir anda öyle denilir miydi?
Bahçe kapısı tekrardan açılmış ve içeri Elif girmişti. Elif'in geldiğini gören Emre ise sırıtarak onun yanına gitmişti bile çoktan. Mirza da benim kalakalan halimden zevk alarak, onu çağıran öğrencilerimin yanına gitmişti. Ardından gülümsedim. Müstakbel ha? Kendi aralarında grup oluşturmuşlardı, Emre'yi ise zar zor Elif'in yanından koparmışlardı. Elif de bu fırsattan istifade ederek yanıma gelmişti. Sıkıca sarıldık birbirimize. "Nasılsın balım?" "Elhamdülillah kardeşim, seni sormalı?" dedim ima da bulunarak. Anlamıştı da zaten. "Yok ya öyle bir konuşuyoruz," demesiyle gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kendimi hızla toparlayıp konuştum. "Hmm, bu öylesine olan konuşma kahve içerek mi oluyormuş?" dediğimde mahcup olmuştu. Çünkü Elif hanım bu konuda hiçbir şey bahsetmemişti bile bana. Mahcupluğu bundan sebepti. "Ecre-" Sözünü kestim. "Anlatmak istemediysen anlayışla karşılayabilirim. Her şeyi diyeceksin diye bir kaide yok. Hem asıl sen kusura bakma bunu öyle dile getirmemem gerekirdi." Ellerini hızla iki yana sallayarak, "Hayır, hayır! Öyle bir şey değil. Bizim seninle gizlimiz saklımız mı var ki sadece bazı şeylerden kendimden emin olmak istedim. Hem yakın bir zaman da oldu daha. Anlatacak vaktim olmadı."
Tebessüm ettim. "Açıklama yapmak zorunda değilsin. Gerçekten. Ne zaman anlatmak istersen beklerim seni." Bunlar samimi düşüncelerimdi. "Ecre?" dediğinde ellerini ellerimin arasına alarak sözlerime devam ettim. "Güzel arkadaşım benim, bazen insanların öyle bir anı olur ki bu yakın arkadaşı da olsa kimseye bir şey diyemez o an. Vaktini, zamanını bekler. İlla ki bana anlatacağını biliyordum. Sadece sana zaman tanımam gerekiyordu fakat bir anda çıktı sözler ağzımdan. Yoksa seni biliyor ve tanıyorum," dediğimde derin bir nefes verdi. Güldü. "İyiyiz değil mi?" Başımı olumlu anlamda salladım, "İyiyiz."
Birlikte bizimkileri izledik. Çocuklarla çocuk olmuşlardı, olmasına ve harika bir görüntü vardı şu an karşımızda. Dünya'nın en güzel dizisini veyahut filmini getirseler ben bu görüntüyü tercih ederdim. Sadece bir an. Bir anlığına gözümün önüne bir kız çocuğu geldi. Çocuğun özelliklerini seçemeden kendimi silkeledim ve o kız çocuğu kayboldu. Neydi o minik kız? Kimdi?
Bakışlarım Mirza'ya düştü. Çektiğim acıların mükâfatı olarak sanki yollamıştı onu Rabbim bana. Ve o an dilimden bir dua dökülüverdi. Ve sonradan anlayacaktım, o sıra dua kapılarının açık olduğunu. "Rabbim onu hep bana bağışla. Onun acısını bana gösterme. Lütfen Rabbim. O hep benimle olsun."
🕊️
III. Bölüm Devamı
"Boş yere canı yanmaz insanın,
Ya bir eksiklik vardır geleceğe dair,
Ya da bir fazlalık vardır geçmişten gelen."
Demiş, Fuzûlî. Benim geleceğe dair bir eksikliğim vardı. O eksiklik, ailemdi. Ve bu eksiklik geçmiyordu, sadece suret değiştiriyordu. Elhamdülillah ki imanımız sayesinde neyin ne olduğunu biliyorduk. Hepimiz bu Dünyada bir emanetçiydik. Fakat bazı acıların da tarifi olmuyordu. İnsanlar tuhaf varlıklardı. Bir tarafta ağlarken diğer taraftan gülebiliyorlardı. Zaman dediğimiz kavram ise bir kum tanesinden ibaretti. Hızla akıyor, geçip gidiyordu.
Arda'nın ricası üzerine teklif hazırlıklarına son hız devam etmiştik. Benimle birlikte Ahu ve Elif de elinden geleni yapmışlardı. İrem ile konuşmayı ben gerçekleştirmiş ve onu Şırnak'a davet etmiştim. Bahanem hazırdı: Biz buradaydık, o ise Konya'da. Müsait olduğu bir vakitte Şırnak'a gelip misafirimiz olmasını ve çok aceleye gelen tanışma olayını burada tekrarlamaktı. Aslında bahaneden daha çok bir sebepti. Hem bizim onun yanına gidebilme gibi durumumuz da şu an için yoktu. Elif ile ben çalışıyorken Ahu'nun da doğumu yaklaşmış, uzun yolculuk yapması yasaklanmıştı. Kendisi de bu konuya olumlu bakmış, yarınki uçakla Şırnak'a inmiş olacaktı inşallah.
Evet, gelelim minik Altay'a, Atahan'ın ve Ahu'nun o çok beklediği hatta timin onlardan daha çok bekledikleri minik Altay'ın aramıza katılması an meselesiydi. İlk yeğen olması sebebiyle o kadar amca içinde nasıl olacaktı bilinmiyordu. Çünkü şimdiden hepsi onun için bir şeyler düşünmeye başlamışlardı. Fakat şu da bir gerçekti ki çok şanslı bir bebek olacaktı. İsim konusunda yaşadıkları kararsızlık son bulmuştu. Bir isme karar vermişti ebeveynleri lakin bu ismi bizler öğrenememiştik. Büyük ihtimalle bize de sürpriz olacaktı adı.
Okuldan çıktıktan sonra alelacele lojmana gelmiştim ve yarınki teklif için kolları sıvamıştım. Mirza'nın beni götürdüğü kafeyi yarın akşam için kapattırmıştık. Pastayı kafe çalışanları ayarlayacaktı fakat geri kalan yiyecek türlerini biz hazırlayacaktık. Ayrıca gün içerisinde de Arda'yı süsler ile tektaşı alması için de çarşıya göndermiştim. Olaya az çok hâkim olan Ali Binbaşı da bu süreçte izin olaylarını bizim için kolaylaştırmıştı.
Tabii süsleri ve tektaşı almaya tek gitmeyen Arda, yanına Emre ile Araf'ı da götürmüştü. Üç kişi olmalarına rağmen ise bir şeyi becerememişler, sıklıkla beni arayarak sorular sormuşlardı. Hatta süsleri alırken bir anda görüntülü sohbet başlatmışlar, Arda mağazayı gezdirerek hangi süsleri alması gerektiğini sormuştu. Asıl sorun ise şuydu ki, Emre süs niyetine bunlara çocuklara yapılan doğum günü partisi için Örümcek Adamlı süsleri aldırmaya çalışmış, bir de kameraya kendisi çıkarak, "Yenge bizi anlatan en iyi süs bunlar bence. Örümcek adam da iyilerin dostu, kötülerin düşmanı, biz de öyleyiz. Tam bizlik değil mi?" demişti. Araf olaya müdahale ederek, "Siz işinizi halledin ben de boyu büyüyen ama akıl yaşı büyümeyen bu arkadaşa olayın öyle olmadığını anlatayım," diyerek Emre'nin kameradan çıkmasını sağlamıştı. Ah, Emre! Aklıma geldikçe gülüyordum. Bizim Elif'in ömrünü uzatırdı bu çocuk.
Yarın için tava böreği, sarma ve tuzlu kurabiye yapma kararı almıştım. Okuldan gelir gelmez de üzerimi değiştirmiş, başıma bir yazma örterek ilk başta kolay olan tuzlu kurabiyeden başlamıştım işe. Ahu'nun son ayları olması sebebiyle ağrılar çekiyordu ve hareketleri kısıtlanmıştı. Bundan dolayı da ona bir şey dememiştim. Lakin Elif'i yardıma çağırmıştım. O da hastaneden çıkar çıkmaz buraya gelecekti yardım için. Tuzlu Kurabiyeyi fırına koyduktan hemen sonra tava böreğinin içini hazırlamaya koyulmuştum. Kıymayı gerekli malzemelerle tavada pişirmiştim. Dolapta bulunan hazır yufkaları hazırladığım sosa bulamıştım. Büyük tavaya yufkaları özenle dizmiş, ara kısmına içi koymuştum. Üst kısmına tekrardan soslu yufkayı dizmeye koyuldum. Her şeyi tamam olunca ocağa alarak pişirmeye koyuldum. Sarmanın iç harcını hazırlamaya koyulacakken çalan kapıyla yönümü mutfak kapısına çevirdim.
Gelen kişinin Elif olduğunu düşünürken kapının deliğinden bakmamla gelenin Mirza olduğunu gördüm. Üstüm gayet iyiydi. Lacivert, bol eşofman takımım vardı. Başımdaki lacivert yazmamı da düzeltip açtım kapıyı. Beni görmesiyle ciddi ifadesi bozulmuş, onun yerine ona çok yakışan gülümsemesi çıkmıştı meydana. "Can özüm?" Gülümsedim. "Hoş geldin, Komutanım," dediğimde gözlerini devirmişti. Ona komutanım dememi sevmiyor ama Üsteğmenim dememe sesini çıkartmıyordu. "İçeri gelebilir miyim?" dediğinde kapıyı daha çok açıp geri çekilmiştim. Verdiğim onayla birlikte içeri geçti. Mutfaktan gelen kokular ile yönünü oraya çevirmişti. Ben de arkasından girdim. Mutfaktaki telaşı görünce kaşları çatık bir şekilde bana döndü. "Ben sana ne dedim, uğraşma bir şeylerle hazır alırız dedim. Niye eziyet ediyorsun kendine. Hem okulda fazlasıyla yorulmuyor gibi." Ben de onun gibi kaşlarımı çattım. Bu kızgınlıktan çok uzakta olan bir çatmaydı. "Hiç de bile ben okulumda yorulmuyorum. Yavrularımın varlığı yetiyor ayrıca Arda da hazır alabileceğini söyledi zaten ama ben kabul etmedim. Kendime eziyet etmiyorum. Ben halimden gayet de memnunum," dediğimde mutfak masasına oturmuş, bir şey demek için ağzını açtığı vakit telefonu çalmıştı. Arayana bakıp telefonu cevapladı.
"Ve aleyküm selam annem. Çok şükür iyiyim, sen nasılsın?" O telefonuyla konuşurken fırındaki kurabiyeleri kontrol etmiştim. Birazdan çıkarırdım. "Allah iyilik versin sultanım. Bizimkiler nasıl?" Ocak'taki böreği kontrol ettim. Altı iyi kızarmıştı. "Aman iyi olsunlar. İyiler bizimkiler de. Gelininde çok iyi," dediğinde ona yandan bir bakış atıp böreğin diğer tarafını çevirdim. "Selam söyle anneme," dediğimde "Selamı var gelininin," bana baktı. "Annemin de sana selamı var." Selamı aldım. "Ve aleyküm selam."
"Gelinin boş duramıyor anne, şimdi de Arda'nın teklif şeyine hazırlık yapıyor. Hazır alırız dememize rağmen," dediğinde annemin sesi duyuldu. Telefonu hoparlöre almıştı. "Bana bak Mirza, kızım gibi mükemmel birisini buldun ama sen söyleniyorsun," dediğinde Mirza, "Yok artık anne. Sana gelinin şikayet ediyorum. Sen onu mu savunuyorsun bana?" dedi. "Benim güzel kızım kendi yapmak istediyse vardır bir bildiği, sen de söylenip duracağına yardım et kızıma." Ona nispet yaparak telefonu aldım ondan. "Çok teşekkür ederim anne. Bu beyefendiye laf anlatamıyorum da ben." Özlem kokan sesi geldi. Evet, özlem kokan ses! Anne özlemi çekerken bana bir kayınvaliden daha çok anne olan, beni gelin değil de kızı belleyen kişiydi Melek Anne. Adı gibi bir Melekti.
"Oy, benim güzel kızım. Sen ne zaman laf anlatamıyorsan beni ara ben kulaklarını çekerim onun," dediğinde Mirza'nın yüz ifadesi şaşkınlıktı. Güldüm. "Tamam anne." "Ecre'm ama sen de yorma kendini güzel yavrum. Yorulacağın vakit bırak gitsin, yapsın o koca eşekler. Tamam mı evladım?" Her bir sözcüğünde kalbim sımsıcak oluyordu. İçimdeki küçük kızın mutluluğuyla konuştum. "Tamam anne. Söz." Bir süre de ev halkıyla ilgili konuşmuş, vedalaşıp kapatmıştık. Bir taraftan konuşurken bir taraftan pişen böreği ve kurabiyeyi kenara koymuş, sarma içini hazır etmiştim.
Elif, mesaj atmış ve biraz gecikeceğini söylemişti. Bunu duyan Mirza da bana yardım etmek istediğini, ne yapması gerekiyorsa ona dememi istemişti. Pekala. Bir Türk Askerini bir de sarma sararken görelim değil mi? Yüzümdeki sırıtışla mutfak masasına iç harcını ve yıkadığım yaprakları koydum. İki tane tatlı kaşığını da koyduktan sonra son olarak da iki tane kesme tahtasını koydum. Ben tahtanın üzerinde sarabiliyordum. O da büyük ihtimalle ilk defa saracağı için bir tahta da ona çıkardım. "Buyurun efendim," diyerek masayı gösterdiğimde bir masaya bir bana baktı. "Ne yani sarma mı saracağım?" dediğinde kaşlarımı yukarı kaldırdım, tehditvari bir şekilde. "Yani sararım tabi de. Ben pek bilmiyorum." Of'ladı. "Can özüm ben kim yaprak sarmak kim?"
"Sen evlenince de böyle koyuverecek misin Mirza?" Hızla başını iki yana salladı. "Hayır, hayır! Öyle değil. Yani," elini ensesine attı. "Ben pek anlamıyorum bu işlerden de," diye mırıldanınca gülmeye başladım. Gülmemi görmesiyle yüzündeki ifade rahatladı. "Aklımı aldın be kızım!" dediğinde gülmeye devam ettim. "Ecre!" dedi uyarmaya çalışarak. Ama dedim ya buna çalıştı sadece. Çünkü bir müddet sonra o da gülmeye başladı. Gülmelerimiz durunca ikimiz de masaya oturduk, ben işe koyuldum o ise başını eline yaslayıp beni izlemeye koyuldu. "Mirza!" diye serzenişte bulundum. "Hım." "Bakma öyle de yardım et hadi!" "Can özüm, ben anlamam diyorum ya," diye sızlandı. "Sızlanma beyefendi, ben sana öğreteceğim. Şimdi beni takip et," dedim. Önüme bir yaprak alıp serdim. Ardından içine biraz iç koydum ve ben kısımları sardım. Daha sonra yan kısımlarına hafif içe doğru kıvırıp sarmaya koyuldum. Sardığım ince, kalem gibi olan yaprağı havaya kaldırıp ona gösterdim. "Bak böyle," dedim, ufak bir çocuğa anlatırcasına. Güldü. "Ne gülüyorsun?" dedim. Daha çok güldü. "Bizim bir oğlan olsa sen küçük yaşta ona tüm yemekleri öğretirsin," dedi. Bizim oğlan? Devam etti. "Kızımız olsa ona hayli hayli öğretirsin zaten."
"Öğreteceğim tabi evlatlarıma, her şeyi bilecekler." Ona alttan bir bakış attım. "Beni lafa tutarak kaytaracağını düşünüyorsan yanılıyorsun. Haydi devral hemen işi," dedim. "Oy, can özüm." Tahtasına bir yaprak koyup gösterdiğim şekilde yapmaya başladı. Bir süre onu izledim. Bir iş yaparken fazlasıyla ciddiyetini koruyordu. Yaptığı işlem bitince eline alarak bakmam için bana gösterdi. "Nasıl olmuş?" Sırıttı. "Yapmışım değil mi?" dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Benim verdiğim savaşı anlayınca kaşlarını çattı. "Olmamış mı ya?" dedi, elindeki sarmaya bakarak. Serçe parmağım kadar minik olmuş ayrıca içi fazla kaçırdığı için de tombik olmuştu. Kendimi toparladım. "Olmaz olur mu hiç, gayet güzel oldu," dediğimde omuzlarını düşürdü. "Hiç kandırmaya çalışma. Olmadığı belli." Elindeki sarmayı kapıp ağzıma attım. Beğeni dolu ifademle yedim. "Bence mükemmel ötesi olmuş. Sarmayı severim ama bundan sonra asıl favorim senin elinden sarılmış olan sarma olacak," dediğimde yüzündeki ifade silinmiş, onun yerine mutlulukla olan sırıtma gelmişti. "Gerçekten mi?" diye sorduğunda kararlılıkla başımı olumlu anlamda salladım. "Gerçekten."
Birkaç tane de o şekillerde sardı. Of'layarak, "Ecre, benim sardıklarımı götürmesek mi? Askerlerime rezil olmak istemiyorum, düzgün bir şeye benzer şekilde sarmış olsaydım olurdu ama böyleyken olmaz," dedi. Gülümsedim. "Senin sardıklarını götüreceğimi kim söyledi?" dediğimde yüzüme ciddiyetle bakarak anlamaya çalışıyordu. "Çünkü o sarmalar sevgiyle sarıldı. Hem de bana olan sevgi için sarıldı. Kimse kusura bakmasın, kimselere veremem zaten. Onlar benim." diye açıklama da bulunduğumda mutluluğu daha çok arttı ve bu sefer büyük bir zevkle sarmaya başladı. Gülümsedim. Her daim demekten bıkmayacağım büyük bir iyikimdi o benim.
🕊️
Sabah namazı için kurduğum alarm daha çalmadan kalktım. Yatakta bir süre oturdum ve uykunun biraz açılmasını bekledim. O sırada hem alarmım çalmıştı hem de ezan sesi duyulmaya başlandı. Ayaklandım, lavabonun yolunu tuttum. Abdestimi alıp çıktığımda Elif'in de uyandığını gördüm. "Kalmışsınız Elif Hanım, birileri tarafından uyandırılmadan." Önüne gelen saçlarını arkaya itekledi. "Kim demiş, birileri uyandırmadı diye, Rabbim kaldırdı beni, 'Elif kulum huzuruma çıksın' diye." Gülümsedim. O durum bana da olurdu. Ne zaman çok yorgun olup uyuyakalsam sanki kurulan bir alarmmış gibi kalkardım ve kalktığım vakitte ezan okunmaya başlanırdı.
Ben odama geçerken Elif de lavaboya girmişti. Kapımın arkasında hazırda duran feracemi giydim ve başörtümü örttüm. Krem renginde sade olan seccademi serdim ve niyet aldım. İkişer rekâttan dört rekâtı kılıp seccademden kalkmadan duamı ettim. Bir süre seccademin üzerinde oturdum. Huzur veriyordu bu his bana. Seviyordum. Öylece oturup tövbe etmeyi, Rabbimle konuşmayı çok ama çok seviyordum. Kimselere diyemediğini Rabbine anlatmak ve başkalarına anlatsan belki böyle yüreğinin rahatlamayacağı kadar huzurla dolup kalkmak son derece güzel bir şeydi. Seccademden huzurla kalktım. Şükrettim Rabbim'e. Her şey için şükrettim. Oysaki ne az şükrediyorduk hem de şükredeceğimiz onca şeyimiz varken. Seccademi katlayıp kenara koydum.
Elif'i havaalanına, İrem'i alması için yollarken, biz de Ahu ile birlikte kahvaltıyı hazır etmiştik. Son dokunuşları yaparken bir taraftan da küçük Altay ile konuşuyordum. Minik hanım da beni anlar şeklinde annesini tekmeliyordu. "Evet, teyzecim; bu Mirza amcanı ne yapmalıyız?" diye söylendiğimde Ahu, "Ah kızım, biraz yavaş ama" dediğinde gülmüştüm. Tepkileri sert oluyordu minik hanımefendinin. "E, teyzecim; ne diyorsun, İrem yengen kabul edecek mi Arda amcanı?" diye sorduğumda Ahu, gülerek; "Galiba bu evet demek oluyordu," dediğinde gülümsedim.
"Asıl sen şu teyzene bak annecim, kendine gelince teyze, İrem'e gelince yenge." Ellerimi yıkayıp kuruladım. Ahu'nun yanına geldim. Elimi karnına koydum. "Şimdi sen söyle cevabı teyzecim." Devam ettim. "İrem teyzen mi senin?" Tekmelemedi. Bir süre bekledik, cevap yoktu. Ahu soruyu tekrarladı, yine cevap yoktu. "Peki teyzecim, İrem yengen mi?" dediğimde elime kuvvetli bir tekme atması bir oldu. Gülümsedim. Ahu'ya 'bak kızın ne diyor' bakışı attım. Elimi çekmeden konuşmaya devam ettim. "Ben yengen miyim?" Tekmelemedi. "Teyzenim ben senin değil mi fıstığım?" dememle yine tekme atması bir oldu. Ahu ile göz göze geldik ve aynı anda kahkaha attık.
Bizim kahkahalarımıza evin zili de dâhil olunca ayaklanıp kapıya gittik. Delikten, gelenlerin bizim kızlar olduğunu görünce kapıyı açtım. İçeri girdiler. Elif arkadan kapıyı kapatırken kollarımı açtım, gülümsedim. "Hoş geldin İrem," dedim. Bana sıkıca sarıldı. "Hoş buldum canım." Sırasıyla diğerleriyle de görüştü. Mutfağa geçerek masaya oturduk. Çayları doldurup önlerine koydum. "Haydi, buyurun," dedim. Elif, doğradığım ekmekten bir parça alarak çilek reçeline yöneldi. "Buyur demesen de buyuracağım canım arkadaşım. Fazlasıyla acıkmışım." Güldük. Her zamanki Elif'ti. Elif'i açlığıyla baş başa bırakıp İrem'e yöneldim. "Nasılsın İrem?" Çayından bir yudum aldı. "Çok şükür iyiyim Ecre, sen nasılsın?" Bizimkilere döndü. "Siz nasılsınız?" dedi. Ahu, elini karnına koydu. "Gördüğün gibi minik Altay'ı bekliyoruz," dediğinde İrem, "Erkek mi?" dedi. Gülümsedik. "Hayır, kendisinin cinsiyeti kız. İsmi herkese sürpriz olacağı için soyadı ile söylüyoruz," dedi. İrem mahcupça gülümsedi. "Kusura bakma lütfen. Aslında Arda bahsetmişti. Kız amcası oluyorum diye ama bir anda Altay deyince acaba ben mi yanlış anladım diye öyle dedim." Ahu elini, İrem'in elinin üstüne koydu. "Sorun değil, ne olacak sanki."
İrem, Ahu'ya hitaben; "Atahan abinin eşisin değil mi?" dediğinde Ahu kafasını salladı. İrem gülerek, "Hah iyi bari, doğru hatırlıyormuşum," dediğinde hepimiz gülüştük. İrem'in bakışları bana döndü. "Mirza abinin müstakbel eşisin." Gülümsedim, başımı olumlu anlamda salladım. Bakışları Elif'e döndü. Elif kahvaltılıklarla aşk yaşıyordu, çayından bir yudum alırken, o soru geldi. "Emre'nin sevdiceği de sen oluyorsun." Elif içtiği çayı püskürtmemek için kendini zorlayınca çay yanlış yöne gitmiş olmalı ki öksürmeye başladı. Sırtına vurdum. "Helal helal." Elif şaşırarak, "Allah aşkına ne ara bu kadar yayılmış olabilir?" dediğinde omuz silktik. "Emre bu sonuçta," dedik ve tatlı sohbetlerimize kaldığı yerden devam ettik.
🕊️
Elif Kılıç
Ben Elif. Doktor Elif. Ailesinin tek çocuğu olan, çocukluk arkadaşını kardeşi belleyen Elif. Gönüllü olarak Şırnak'a gelen ve burada bir Uzman Çavuşa gönül veren Elif. Hayatın bana getirdiği bir zorluk olmamıştı. Güzel bir çocukluk geçirmiş, annemle babamın biricikleri olmuştum. İstediğim bölümü tutturmuş, başarılarla bitirmiş ve bu devletin doktoru olmuştum. Ecre gibi harika bir dosta sahiptim. Hayat benim istediğim güzellikleri sunmuştu bana belki ama kardeşim dediğim insan için bu öyle olmamıştı. Neyim var neyim yok Ecre'yle paylaşmıştım. Annemi, annesi; babamı, babası yapsın istedim, çocuk aklımla. Ama ben çok sonradan anladım. Hiçbir kimsenin kendi annen ve baban gibi olamayacağını. İkinci ailem dediğim insanları kaybettiğim gün, acı nedir anlamış. Kardeşim dediğim insanın o acı dolu anlarını görüp de hiçbir şey yapamamış olmakla beraber de çaresizliği tatmıştım. Ben ondan sonra kavramıştım bir şeyleri. Hayatın her zaman güzellikleri vermediğini, yeri geldiğinde acı dediğin duyguyu iliklerine kadar yaşadığını.
Ailem normal bütçeli bir aileydi. Ben okulumu devletin verdiği imkânlar sayesinde en iyi şekilde bitirmiştim. Doğuda doktor açığı olduğunu duyunca gönüllü olarak gitmeyi düşünmüştüm fakat aileme bunu dile getirdiğim an kabul etmemişlerdi. Annem bir de hak olayını dâhil edince kalmıştım öylece. Sonradan Ecre karar alıp Şırnak'a gidince anneme konuyu tekrardan açmıştım. Kardeşim dediğim insan oradayken burada duramayacağımı o da biliyordu. Hem de ahiretliğim dediği arkadaşının kızı oradayken beni burada tutmak onun da içine sinmedi ve izni verdi. Kardeşimin yanına, Şırnak'a gelmiştim. Sevmiştim de. Şırnak'ı, buranın halkını, Ahu'yu, Savaş Timi'ni ve onu. Uzman Çavuş Emre Batur.
"Elif!" Ecre'nin bana seslenmesiyle elimdeki süsleri masaya bırakıp ona döndüm. "Efendim?"
"Balonları nereye koydunuz?" Elimle kafenin tezgah bölümünü gösterip "Oradaydı," dedim. Sonunda Arda'nın hayali gerçekleşiyordu. İrem'le evlilik yoluna doğru ilerliyorlardı. Ahu, İrem'i bebeğine alacağı kıyafetler var diyerek çarşıya götürmüştü. Ben, beni acilden çağırdılar diyerek aralarına katılmamıştım. Ecre de bir velisi ile görüşmesi gerektiğini öne sürmüş ve ikisini yollamıştık. Biz de Tim ile birlikte kapattıkları kafeye gelmiş, gerekli işleri yapmak için koyulmuştuk.
Masaya bıraktığım süslerden birkaç tane eline alıp yerine asmaya başladım. Tabii boyum yetişmiyordu ki, şurada bir yerde merdiven olacaktı. Ah şu boyum! İleride bana göz kırpan merdiveni alıp istediğim yere kurdum. Merdivene çıkıp süsleri tek tek asmaya başladım. Bir an sallanan merdivenle ayağım kaydı ve kendimi yerde bulmadım tabii ki. Dengemi sağlamıştım sağlamasına ama dengemi sağlamamda yardımcı olan birisi daha vardı. Yardımcı olan kişi tabii ki de Emre'ydi. Bir bakış atmamla kolumu tuttuğu elini hızla çekti. "Tut diyen mi oldu sana?" Ellerini pantolonunun cebine koydu. "Ne yani yere düşmene izin mi vereyim?"
"Ben dengemi sağlayabilmiştim zaten!" Elime tekrar süs aldım. Merdivene yöneldiğimde, Emre merdivenin önüne geçerek çıkmama engel olmuştu. "Ne yapıyorsun sen ya?!"
"Şimdi yine düşersin falan uğraşamam seninle, ben takarım." Elimdeki süsleri alıp merdivene çıktı. "Şuna bak ya! Uğraş diyen mi var?"
"Off, hep bir riv riv, bu da kafa be kızım." Ağzım açık Emre'ye bakıyordum. Şunun laflarına bak ya! O sırada kafede Serdar Ortaç'ın 'Ben Adam Olmam' şarkısı çalmaya başladı. Sinirle diğer işlerimi yapmak için yanından ayrılacaktım ki, "Merdiveni tut bari," diyen sesi duymamla, sinirle dönüp merdiveni tuttum. "Sen harbi adam olmazsın!" Sadece sırıtmakla yetindi.
🕊️
Atıştırmalıklara bakmak için mutfağa doğru ilerledim. Bu kafe Mirza abinin bir tanıdığının mı neymiş, o yüzden rahat hareket ediyorduk. Mutfağa girmiştim girmesine de ne göreyim? Emre, atıştırmalıkların üzerinden alıyordu. Beni fark etmemişti. Yanına ilerledim ve tam yaprak sarmayı alacakken eline vurdum. Bana döndü, "Ne vuruyorsun kızım, acıktık"
"Ya madem acıktın başka bir şeylere baksana, bu atıştırmalıkları rahat bırak" omuz silkti. "Yaprak sarması benim vazgeçilmezimdir, öğren bunları"
"Hah, pardon da neden öğrenecekmişim?" aklıma not alındı. Yaprak sarması.
Emre bu sırada bir tane daha sarma almıştı. "Tamam çık mutfaktan ben bir şeyler hazırlayıp getireceğim"
"Harbi mi?" kafamı salladım. "Harbiden" dediğimde gülerek mutfaktan çıktı. Harbiden mi? Ah, Emre, ah! Harbiden ne ya? HasbinAllah!
Artık sadece İrem ve Ahu'nun gelmesi kalmıştı. Her şey tamamdı. O değil de, Arda kalpten gitmese iyiydi yani.
"Işığı kapatın, gelmek üzerelermiş" diyen Atahan'la, Burak abi ışığı kapatmıştı. Birkaç dakika sonrada kapı açıldı ve İrem'in sesi duyuldu. "Ahu, bu kafe kapatılıyor galiba başka kafeye mi gitsek?"Ahu telaşla, "yok yok, bu kafeyi çok seviyorum ben" dedi. Ve bu sırada ışığı açmışlardı ve arka fonda da 'evlen benimle' şarkısı çalıyordu. Kapının tam karşısında Arda dizlerinin üzerine oturmuş elindeki kutuyu İreme doğru tutuyordu, bizlerde kenarlara dizilmiştik. İrem, gülerek Arda'nın karşısına dikildi. Tam olanları izleyecektim ki, koluma biri vurmaya başladı. Yanıma döndüğümde Emreydi. "Elif?"
"Efendim?" dedim. Güldü. Ardalara döndü kısa bir süre sonra tekrar bana döndü, "Gül güzeli, evlensene benimle" NE?!
"Emre iyi misin sen?" sırıttı. "Hem de hiç olmadığım kadar iyiyim. Bir de sen evet dersen benden mutlusu olmayacak" onun bu şapşal haline güldüm. Elimi ona doğru kaldırdım ve yüzük parmağımı gösterdim. "Ben bir yüzük göremiyorum" dediğimde elini cebine attı. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Yok artık! Yapmamıştı öyle bir şey değil mi? Cebinde ki yüzük kutusunu çıkardı. Dizlerinin üzerine çöktü. Özdemir Asaf'ın Seni Saklayacağım şiirini mırıldandı.
“Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda çizdiklerim de,
Şarkılarımda, sözlerimde.
Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde."
Bir şey dememe müsaade etmeden devam etti. "Gül Güzelim, hayatını hayatımla birleştirir misin? Bana yoldaş olur musun?" gözlerim dolu dolu gülümsedim. Hiç bir zaman gözüm lükslerde olmamıştı. Ben basit şeyleri severdim. Benim için önemli olan manevi anlamı, samimiyetiydi. Ben o samimiyeti Emre'yi ilk gördüğüm an fark etmiştim. Bu yaptığı bile benim için o kadar anlam yüklüydü ki. Kafamı olumlu anlamda salladım. Gözümde ki akmak için hazır da duran yaşlara inat kocaman gülümsedim. "Yoluna yoldaş olurum" dediğimde gülmüştü. Yüzüğü parmağıma takmış ve öylece sırıtarak beni izliyordu. O da kabul etmeyeceğime kendini hazırlamış gibiydi. Benim de kabul etmem onu sersemletmişti.
Kafe de kopan alkış tufanı ile kendimize gelmiştik. Etrafımıza baktım. Bir çoğu şaşkınlıkla ama bir o kadar da mutlulukla bakıyordu. Bakışlarım Ecre'yi buldu. Onun da haberinin olmadığı belliydi. Şaşırmıştı fakat gözlerinde ki sevinç bana her şeyi anlatıyordu. Bakışlarım bugünün asıl çiftine çevirdim. İrem mutlulukla gülerken Arda somurtuyordu. Homurdanarak Emre'ye söylendi. "Ulan teklif için benim günümümü bekledin" Emre omzularını silkti. "Bu işler de erken davranacaksın kardeşim" dediğinde Arda daha çok suratını astı. İrem, elini Arda'nın yanağına yasladı ve yüzüğünün takılı olan parmağını gösterdi. "Önemli olan sana evet demem değil miydi?" demişti muzip sesiyle, Arda; "Önemli olan o'ydu, evet ama bula bula benim teklifimi mi buldu bu hergele" dediğinde Emre, "Ne tantana yaptın kardeşim. Bak İrem yenge de evet dedi," bakışlarını bana çevirdi ve gülümsedi. "Benim Gül Güzelim de evet dedi. Daha ne?" demişti. Arda, Emre'nin yanına gelip kolunu onun omzuna atıp sıkıştırdı. "Helal olsun kardeşim. Allah tamamına da erdirsin" Emre, onun kolunun altından çıkıp, "Eyvalallah kardeşim de. Niyetin, tebrik miydi yoksa öldürmek mi anlayamadım" dedi. Arda sırıttı. "Tüh, tüm planım anlaşıldı mı yoksa?" Emre, omuz attı. "Anlaşıldı kardeşim" dediğinde gülmeye başladılar. Biz de bu tatlı atışmayı keyifle izlemiştik.
Birlikte hazırladığımız büyük masaya geçtik ve bir kaç garson yiyecekleri ve pastayı getirdi. Mirza abinin oflaması tüm kafe de duyulunca Araf abi, "Hayırdır komutanım?" demişti. "Oğlum görmüyor musun? Bir evlenmeye niyet alayım dedim, hepsi arkamdan dökülmeye başladı. Hayır anlamıyorum kardeşim, hepiniz beni mi bekliyordunuz?" Emre olduğu yerde duramadığı için bu soruyu da kendisi cevaplamıştı. "E bu Timin komutanı sizsiniz, sizin yürüdüğünüz yolda ayak izlerinizi takip ediyoruz komutanım" Mirza abi hafif öne çıktı. "Takip etme lan ayak izimi falan. Git kendine başka bir yol çiz" dediğinde Ecre'nin Mirza abiye bir şeyler söylemesiyle sakinleşmişti.
İrem, hepimizin duyacağı şekilde Arda'ya, "Arda, ben diyorum ki Emrelerle aynı güne mi alsak nikah tarihini. Birlikte teklif aldık, birlikte de evlenelim" dediğinde Arda şok olmuş bir şekilde İrem'e döndü. "Ciddi misin sen?" İrem gülümseyerek kafasını olumlu anlamda salladı ve bakışlarını bana çevirdi. "Sen ne dersin Elif?" tebessüm ettim. "Benim şu olmazsa olmaz dediklerim yok hiç. Benim içinde uygun olur" Arda, "Ben bu herifle" diyerek çenesiyle Emre'yi işaret etti. "Aynı gün teklif ettiğim yetmezmiş gibi bir de aynı gün mü evleneceğim?" dedi. Emre sırıtarak, "Ben hanımcıyım abi, Gül Güzelim olur dediyse benim için konu kapanmıştır" diye söylendiğinde yüzümde ki gülümseme daha çok büyüdü. Arda, son bir kez şansını denemek için İrem'e, "Hem canım benim farklı şehirlerde aileler, biz Konya da olurken Elif İstanbullu, bu hergele de Ankaralı. Onu nasıl ayarlayalım?" dedi. İrem, "Elif de olur derse burada, Şırnak da kıyılır nikâh. Aileler buraya gelir" dediğinde Arda ümitsizlikle, "Yok artık ama ya" diye söylendi.
Emre'yi bulduğum yer de evlenmek benim için kötü olamazdı. Tam tersi harika bir durum olurdu.
Yorumlar