DÖRT BİR YANDAN İSTANBUL
- Melike Akbak
- 5 Mar
- 93 dakikada okunur
İstanbul...
Sizlere ne çağrıştırıyor?
Eminim ki hepimize başka şeyler çağrıştırıyordur.
Fakat bu sefer karşınızda bambaşka bir İstanbul göreceksiniz. Neden mi?
İstanbul da, Boğaziçi Üniversitesinde hepsi farklı bölümlerde okuyan ama birbirlerine sımsıkı bir iple bağlı olan dostluklarını göreceksiniz.
Dört kız arkadaşın aynı evde kalarak farklı kültürleri eve yansıtan aynı zaman da İstanbul'un altını üstünü getirecekleri maceraları okuyacaksınız.
E, haydi! Daha ne duruyorsun? Sende beşincimiz olmaz mısın? :)
GİRİŞ
İstanbul... Asırlar boyunca medeniyetlere ev sahipliği yapmış, kıtaları birbirine bağlayan, her köşesi ayrı bir hikâye fısıldayan kadim şehir. Bazen Boğaz'ın serin rüzgârıyla fısıldaşır geçmişi, bazen Kız Kulesi'nin yalnızlığında hüzünlenir. Topkapı Sarayı'nın ihtişamında kralların yankısı duyulur, Ayasofya'nın kubbesinde bin yıllık duaların nefesi hissedilir. Burası sadece bir şehir değil, bir yaşam sahnesiydi; umutların filizlendiği, hayallerin yeşerdiği, gönüllerin kavuştuğu ve bazen de paramparça olduğu bir sahne. İşte bu sahnenin en genç, en dinamik perdesi, dört farklı diyardan gelen dört genç kızın açtığı yeni bir bölümle aralandı.
Karadeniz'in hırçın dalgalarını ruhunda taşıyan Kayra Demir, Rize'nin yemyeşil yaylalarından İstanbul'un griliğine uzanırken, yüreğinde büyük bir heyecan taşıyordu. Dedesi, Boğaziçi Tıp Fakültesi'ni kazanmanın onuruna, ona İstanbul'un en gözde semtlerinden birinde, adeta denize nazır bir ev armağan etmişti. Penceresinden martıların çığlıkları eşliğinde Boğaz'ın lacivert sularına bakmak, Kayra için yeni bir hayata uyanışın ilk işaretiydi. O, sadece bedenini değil, ruhunu da iyileştirmeye hevesli, şifa dağıtan bir el olmayı düşlüyordu. Ama bu büyük şehir, ona sadece tıp kitaplarından ibaret olmadığını, hayatın çok daha renkli ve karmaşık denklemlerle dolu olduğunu öğretecekti.
Güneydoğu'nun bereketli topraklarından, Dicle Nehri'nin kucakladığı Diyarbakır'dan gelen Dicle Barzan, Boğaziçi Hukuk Fakültesi'nin kapısından içeri adımını attığında, adalete olan inancıyla parlayan gözleri İstanbul'un ışıltısıyla daha da kamaşmıştı. Dicle, keskin zekâsı ve sarsılmaz prensipleriyle tanınırdı. Onun için hak ve hukuk, yaşamın temel direkleriydi. Bu koca şehirde, kendi adaletini arayacak, haksızlığa uğrayanların sesi olacaktı. Ancak bazen hayatın, kanun kitaplarından çok daha fazla gri tonu olduğunu ve adaletin sadece mahkeme salonlarında bulunmadığını çok geçmeden fark edecekti.
Akdeniz'in yakıcı güneşiyle pişen, Mersin'in portakal kokulu rüzgârlarını saçlarında taşıyan Naz Özdemir, Boğaziçi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandığında, kaleminin gücüne olan inancı da onunla birlikte İstanbul'a taşınmıştı. Kelimelerin büyüsüne çocukluğundan beri hayrandı. Şiirlerle nefes alır, romanlarla yaşardı. Onun için her cümle bir resim, her paragraf bir melodiydi. İstanbul'un daracık sokaklarında, eski konaklarında, vapur iskelelerinde saklı kalmış hikâyeleri bulup çıkarmak, onlara yeniden hayat vermek istiyordu. Fakat İstanbul, ona sadece yazılı kelimelerin değil, yaşanmışlıkların da en derin anlamları barındırdığını gösterecekti.
Ve İç Anadolu'nun buğday tarlalarından, Mevlana'nın hoşgörü fısıltılarıyla büyüyen Konya'dan gelen Ahsen Yıldırım, Boğaziçi Diş Hekimliği'ni kazanmanın gururunu yaşarken, tebessümün gücüne inanıyordu. O, insanlara sadece sağlıklı dişler değil, aynı zamanda sağlıklı gülüşler hediye etmeyi amaçlıyordu. Ahsen, sakin mizacının ardında gizli, güçlü bir iradeye sahipti. İstanbul'un karmaşası içinde bile kendi iç huzurunu koruyabilecek, etrafına pozitif enerji yayabilecek bir yapıdaydı. Ama bu büyük şehir, ona hayatın bazen en beklenmedik anlarda bile en güzel gülüşleri sunabileceğini, bazen de bir gülüşün ardında saklanan nice acıları keşfettireceğini fısıldıyordu.
Dört farklı coğrafyadan, dört farklı kültürden, dört farklı hayalle gelen bu genç kızlar, Kayra'nın Boğaz manzaralı evinde, kaderin cilvesiyle bir araya geldiler. İlk başlarda birbirlerini tartıyor, farklılıklarının etrafında dönüyorlardı. Kayra'nın Karadenizli dik başlılığı, Dicle'nin Diyarbakır'a özgü kararlı duruşu, Naz'ın Akdenizli neşesi ve Ahsen'in Konyalı sakinliği, evin içinde küçük çaplı kültürel çarpışmalar yaratıyordu. Ancak kısa sürede, bu farklılıkların onları zenginleştirdiğini, birbirlerini tamamladıklarını fark ettiler. Gülüşler yankılanmaya başladı evin koridorlarında, paylaşılan sırlarla güçlendi bağları, birbirlerinin hayallerine omuz verdiler.
Bu ev, sadece bir yaşam alanı değil, dört farklı ruhun bir potada eridiği, gençliğin ve keşfetmenin doruklara ulaştığı bir laboratuvar haline gelmişti. İstanbul'un kalbinde, bu dört üniversite öğrencisi, şehri adeta ele geçirmeye, her bir köşesini kendi neşeleriyle doldurmaya yemin etmiş gibiydi. Gece geç saatlere kadar süren ders çalışmalarının ardından, İstanbul'un hareketli sokaklarına atılıyor, bazen Beyoğlu'nun ara sokaklarında kayboluyor, bazen Karaköy'ün kafelerinde kahkahalara boğuluyor, bazen de Çengelköy sahilde gün batımını izlerken derin sohbetlere dalıyorlardı. Onlar için İstanbul, sadece bir eğitim şehri değil, aynı zamanda sınırsız bir eğlence parkı, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine adasıydı. Ve bu hazine adasında, sadece yeni maceralar değil, aynı zamanda kalplerini titretecek büyük aşklar da onları bekliyordu.
1: "İstanbul'un fısıltıları, bazen en yüksek çığlıklara dönüşür, dostluğun yankısıyla şehir dile gelir."
İstanbul, üzerine çöken akşam kızıllığıyla yavaşça mora boyanırken, Boğaz'ın serin rüzgârı bin yıllık sırları fısıldar gibiydi. Şehrin bu kadim nefesi, Kayra'nın dedesinden miras kalan, Boğaz'a nazır evin pencerelerinden içeri süzülüyor, yıllar içinde pek çok anıya şahitlik etmiş salonun perdesini usulca dalgalandırıyordu. Artık burası sadece bir ev değil, Kayra, Dicle, Naz ve Ahsen için bir sığınak, bir kahkaha yatağı, dört farklı ruhun birbirine dolandığı, İstanbul'un kalbinde atan bir yuva haline gelmişti.
Aradan geçen birkaç yıl, sadece takvim yapraklarını değil, dört genç kadının hayatlarını da bambaşka bir şekilde şekillendirmişti. Boğaziçi'nin sıralarında başlayan tanışıklıkları, şimdi kökleri derine inmiş, her fırtınada daha da güçlenen bir dostluğa dönüşmüştü. Onlar artık sadece ev arkadaşı değil, birbirlerinin aynası, sırdaşı, en büyük destekçisiydi. Farklı şehirlerin kokusunu taşıyan ruhları, İstanbul'un o eşsiz potasında harmanlanmış, her biri diğerinden bir parça alarak, birbirlerini tamamlayan bir bütün olmuşlardı.
Bugün de evin salonu, tıpkı her hafta olduğu gibi, cumartesi akşamı ritüellerine ev sahipliği yapıyordu. Ortada duran sehpanın üzeri, Dicle'nin titizlikle hazırladığı notlarla, Kayra'nın tıp kitaplarından fırlamış gibi duran renkli kalemleriyle, Naz'ın her yanı kaplayan şiir defterleriyle ve Ahsen'in özenle hazırlanmış bitki çaylarıyla doluydu. Dışarıda şehrin uğultusu yükselirken, içeride dört ses birbirine karışıyor, her biri kendi özgün tınısıyla bu orkestraya eşlik ediyordu.
Kayra Demir, tıp fakültesinin zorlu ama bir o kadar da büyüleyici dünyasında derinleşirken, Karadenizli damarı hiç dinmiyordu. Gözlerinde yaramaz bir ışıltıyla, "Bugün ameliyat gözleminde o kadar ilginç bir şey oldu ki!" diye söze girdi, "Doktor, bir an 'Ula uşaklar, bu iş tamamdır!' demesin mi? Kendimi yaylada hissettim bir an!" Bu sözler, salonda kahkahalara boğulmalarına neden oldu. Onun o kendiliğindenliği, her zaman neşenin kapılarını aralayan anahtardı.
Hukuk fakültesinin son sınıfında okuyan Dicle Barzan, elindeki anayasa kitabını kapatıp hafifçe gülümserken, Diyarbakır'ın keskin zekâsını ve kararlı duruşunu her cümlesine yansıtıyordu. "Kayra, senin o şivenle, en ciddi ameliyat bile folklorik bir gösteriye dönerdi sanırım," diye takıldı. Dicle, mantığıyla her zaman ön plandaydı ama dostlarına karşı kalbi her zaman sıcacıktı. Zor durumda kalan herkesin sığınılacak limanıydı.
Naz Özdemir, elindeki şiir defterine bir şeyler karalarken başını kaldırdı. Mersin'in Akdenizli ruhu, her bir harfte, her bir kelimede kendini belli ediyordu. Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki başarıları, onun kelimelerle olan derin bağının bir kanıtıydı. "Belki de hayat zaten büyük bir folklorik gösteridir Kayra," dedi düşünceli bir sesle. "Ve biz de bu gösterinin hem oyuncuları hem de yazarlarıyız." Naz'ın bu derin bakışı, sohbeti her zaman daha felsefi bir boyuta taşırdı.
Ve evin sakin gücü Ahsen Yıldırım, Konya'nın hoşgörülü ruhunu taşıyordu. Diş hekimliği eğitimi, onun detaylara olan düşkünlüğünü ve insanlara şifa dağıtma arzusunu pekiştirmişti. Ahsen, her zaman olduğu gibi, elindeki örgüsünü usulca ilerletirken nazikçe gülümsedi. "Önemli olan, o gösteriyi neşeyle ve sevgiyle oynamak değil mi?" dedi. "Her birimizin farklı renkleri var, bir araya geldiğimizde gökkuşağı gibi oluyoruz."
Bu evin her köşesi, onların ortak anılarıyla doluydu. Mutfakta yapılan gece yarısı kaçamakları, ders çalışırken birbirlerine uzattıkları yardım elleri, hasta olduklarında başucunda nöbet tutmaları... Boğaz'ın serin sularında atılan kahkahalar, Yıldız Parkı'nın yeşilinde paylaşılan sırlar, Beyoğlu'nun kalabalığında kaybolup birbirlerini bulmaları... Her bir an, dostluklarının tuğlalarını örüyor, onları daha da yakınlaştırıyordu. Kış geceleri battaniyelere sarılıp izledikleri filmler, yaz akşamları terasta Boğaz'a karşı ettikleri derin sohbetler, sınav stresinden bunaldıklarında birbirlerine verdikleri moral destekleri, bu evin duvarlarına sinmiş, onların neşeli enerjileriyle adeta titreşiyordu.
Onlar sadece dört genç kadın değildi; onlar, İstanbul'un dört bir yanından gelmiş, bu büyük şehrin büyülü atmosferinde birbirlerini bulmuş, kaderin bir araya getirdiği dört kız kardeşlerdi. Hayatın onlara ne getireceğini bilmiyorlardı, ancak bir şeyden emindiler: Bu yolculukta yalnız olmayacaklardı. Karşılarına çıkacak her engeli birlikte aşacak, her zorluğu omuz omuza göğüsleyeceklerdi. Henüz aşkın karmaşık rüzgârları kalplerine esmese de, dostluğun o eşsiz limanında demirlemişlerdi. Ve bu limandan, İstanbul'un bilinmez sokaklarına, heyecan dolu maceralara doğru yelken açmaya hazırdılar. Bu şehir, onlara sadece bir üniversite diploması değil, aynı zamanda hayatın en değerli hediyesini, koşulsuz ve sonsuz dostluğu sunmuştu.
Salonun Boğaz'a bakan geniş penceresinden süzülen ay ışığı, Dicle'nin elindeki anayasa kitabının sayfalarına vuruyor, Kayra'nın tıp atlasındaki insan figürlerinin gölgelerini uzatıyordu. Naz, defterine yeni bir şiirin ilk dizelerini karalarken, Ahsen'in örgü şişleri usulca birbirine çarpıyordu. Dışarıdaki dünya ne kadar karmaşık olursa olsun, bu dört duvar arasında, dört farklı kültürün harmanlandığı bu sıcak yuvada, huzur ve neşe hüküm sürüyordu. Zaman kavramının adeta eridiği anlardı bunlar. Gelecek endişeleri, derslerin ağırlığı, kariyer planları bir anlığına kenara itiliyor, yerini anın saf keyfine bırakıyordu.
Bazen sessizleşiyorlardı; sadece Boğaz'dan gelen vapur sesleri, martı çığlıkları ve uzaktan gelen şehrin fısıltıları dolduruyordu odayı. Her biri kendi hayallerine dalsalar da, bir el uzatımı mesafede olduklarını bilmek, içlerinde tarifsiz bir güven hissi yaratıyordu. Bu sessizlik, konuşulan onca şeyden daha derin anlamlar taşıyordu aslında. Birbirlerinin varlığından aldıkları güç, gözlerinde parıldayan ortak bir ışıltıya dönüşüyordu. Onlar, bu şehrin karmaşasında birbirlerine sıkıca tutunan, adeta birbirlerinin pusulası olan dört candı. İstanbul, onlara sadece bir üniversite kampüsü değil, aynı zamanda ruhlarının birbirine dolandığı eşsiz bir yaşam sahnesi sunmuştu. Ve bu sahnede, perde henüz yeni aralanıyordu.
*
İstanbul'un üzerine, kentin bin yıllık yorgunluğunu siler gibi bir öğleden sonrası güneşi düşüyordu. Boğaz'dan esen ılık rüzgâr, evin perdelerini nazikçe havalandırırken, içerideki atmosfer, gençliğin ve dostluğun coşkusuyla dolup taşıyordu. Kayra, pencerenin kenarına ilişmiş, dumanı tüten kahvesinden bir yudum daha alırken, yeşil gözlerini Boğaz'ın uçsuz bucaksız manzarasına dikmişti. İçinden, kendilerine bu sığınağı bahşeden dedesine bir kez daha sessizce minnet duydu. Bu ev, onların İstanbul'daki limanı, dört farklı ruhun birbirine kenetlendiği kutsal bir mekândı.
Mutfaktan yükselen, cılız ama kararlı bir ses, salonun dinginliğini yırtarcasına yankılandı: "Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, bezirgan değil, bu kadar güvenme hiç kendine kimse şah değil, padişah değil!" Dicle'nin, mutfakta kek hamuruyla boğuşurken Sibel Can'ın "Padişah" şarkısını kulakları tırmalayan bir coşkuyla seslendirişiydi bu. O, ne zaman bir işle meşgul olsa, şarkı söylemekten kendini alıkoyamazdı ve bu "mükemmel" (!) konserden evdeki hiç kimseyi mahrum bırakmazdı.
Salonun bir köşesinde, elindeki örgüsünü bırakmış, yüzünü buruşturarak homurdanan Ahsen'in sesi duyuldu: "Bu kız sesinin güzel olduğunu mu zannediyor? Biri şuna söylesin sesinin berbat olduğunu!" Konya'nın o sakin mizacına ters düşen bu ani patlama, Dicle'nin şarkıcılık yeteneği konusundaki kararlılığının bir sonucuydu.
Tam bu sırada, bitişikteki odanın kapısı gıcırtıyla açıldı ve saçları karmakarışık, gözleri uykulu Naz belirdi kapıda. "Diclee!" diye neredeyse ağlamaklı bir ses tonuyla inledi. "Benim yarına kadar bitirmem gereken konular var! Acı bana, lütfen!" Edebiyatın derinliklerinde kaybolmayı seven Naz için, konsantrasyonun böylesine keskin bir vuruşla bozulması, tahammül sınırlarını zorluyordu.
Dicle'nin başı, mutfak kapısından dışarı uzandı. Gözleri, ne Naz'ın yalvarışlarını ne de Ahsen'in homurtularını fark etmiş gibiydi. Tamamen kendi dünyasındaydı. "Evde ne şeker var ne de kabartma tozu," diye sitemle söylendi. "Allah aşkına, en son market alışverişine kim çıktı?"
Naz ile Ahsen'in bakışları, senkronize bir şekilde Ahsen'in üzerinde kesişti. Bakışların ağırlığını hisseden Ahsen, ellerini yukarı kaldırdı, masumiyetini ilan edercesine. "Bana hiç öyle bakmayın. Ben size dedim ama ne anlarım ben mutfak alışverişinden. Hem bakın, aç kalmayalım diye eve makarna ve hazır mantı doldurdum." Onun bu savunması, Dicle'nin gözlerini devirmesine neden oldu. "Allah razı olsun ya," dedi alayla, ses tonundaki iğneleme salonu doldurdu. "Sen ne güzel düşünmüşsün öyle!"
Kayra, dostlarının bu tatlı atışmalarına daha fazla kayıtsız kalamadı. Sakin ses tonuyla, aralarındaki gerginliği yumuşatmak istercesine söze girdi: "Tamam kızlar, bugün çıkar yaparız alışverişimizi." Naz, bu teklifi memnuniyetle onaylayıp odasına geri çekildi, ama çekilmeden önce Dicle'ye, "sakın ses yapma" anlamında uyarıcı bir bakış atmayı ihmal etmedi.
Dicle, bir mutfağa, bir de salondaki Kayra ve Ahsen'e baktı. Yüzünde çaresiz bir ifade vardı. "E, ben ne yapacağım şimdi?" diye sordu. Ahsen, biraz suçluluk, biraz da çözüm arayışı içinde, "Ben hatamı telafi edeceğim," dedi. Dicle kollarını önünde bağladı, dudaklarında alaycı bir gülümseme. "Nasıl olacakmış o? Kabartma tozu yerine makarna mı, yoksa mantı mı atacağız içine?"
Ahsen kısa bir an duraksadı, sanki Dicle'nin alaycı sorusu üzerinde cidden düşünüyormuş gibi. "Aslında onlarda bir seçim..." dedi, ancak Dicle'nin yüzünün kızardığını görünce hızla kendini düzeltmeye çalıştı. "Yani tamam, seçim olabilir ama bu şekilde telafi etmeyeceğim. Yukarımızda oturan yeni gelin olan Seda abla var ya. Ondan isteyeceğim. Onun geleni gideni eksik değil. Mutlaka vardır onda." Dicle, bu çözüm önerisiyle daha fazla tartışmaya girmeden sinirle mutfağa döndü. Ahsen de bir çırpıda merdivenleri tırmanarak yukarı kata çıktı.
Kayra, arkadaşlarının bu hallerine tebessüm etti. Gözlerinde sıcacık bir minnet parıltısı vardı. İçinden bir kez daha, iyi ki onlarla tanışmıştım diye geçirdi. Bu küçük anlar bile, onların arasındaki güçlü bağı, birbirlerinin hayatlarına nasıl da derinlemesine işlemiş olduklarını gözler önüne seriyordu.
Koltuğun üzerinde titreşen telefonu, Kayra'yı bu keyifli düşüncelerinden sıyırdı. Arayan annesiydi. Görüntülü çağrıyı kabul ettiğinde, ekranda beliren tanıdık yüze özlemle gülümsedi. "Selam!" dedi, sesi heyecanla titriyordu. Annesini ve ailesini çok özlemişti.
"Selam güzel kızım, nasılsın?" Annemizin sesi, ekranın diğer ucundan sıcacık bir esinti gibi geldi.
"İyiyim annecim, siz?" diye sordu Kayra. Annesi o sırada ayağa kalkmış, birkaç şeyle uğraşıyordu. Mutfağın dolap renklerinden, dedesinde olduklarını anladı Kayra. Kalbine bir anlık bir sızı oturdu, gözleri doldu. Burası onun için de bir yuvaydı.
"Güzel gidiyor annecim," dedi, gözlerini annesinin yüzünden ayırmadan, "Kızın birkaç yıla doktor." Annesinin de gözleri dolmuştu, ağlamamak için kendini sıktığı belli oluyordu. Gözlerindeki yaşlara rağmen gülümsedi. "İnşaallah annecim."
"Dedemlerdesiniz, değil mi?" diye sordu Kayra. Annesi başını olumlu anlamda salladı, sonra hareketlenip mutfaktan çıktı ve dedelerin büyük, ferah salonuna girdi. Sesler anında çoğaldı. Tüm aile oradaydı.
"Kayra ile mi görüşüyorsun, yenge?" Halası Yakut'un sesiydi bu. "Evet," diye cevapladı annesi. Annesinin telefonu, saniyeler içinde başka ellerde dolaşmaya başladı. Herkesle tek tek konuştu Kayra; halaları, amcaları, kuzenleri... Her birinin sesinde duyduğu özlem ve sevgi, kalbinde tatlı bir huzur yaratıyordu.
Nihayet telefonu kapatıp odasına doğru ilerledi. Bu sabahın erken saatlerinden beri ders tekrarı yapmış, zihnini bir hayli yormuştu. Şimdi biraz dinlenmek iyi gelecekti. Başını yastığa koyduğu an, göz kapakları kendiliğinden kapandı, onu huzurlu bir uykuya teslim etti. Dışarıda İstanbul'un telaşı devam etse de, Kayra'nın ruhu, dostluğun ve ailenin sıcaklığında dinleniyordu.
*
Kayra, başının içinde yankılanan seslerle aralandı uykusundan. Gözlerini birkaç kez kırpıştırıp odasının loş ışığına alışmaya çalıştı. Perdeyi araladığında, gökyüzünün mora çalan lacivert tonu, şehrin günbatımına doğru yolculuğunu müjdeliyordu. Oturduğu yataktan ayaklandığında, başucunda dimdik duran Naz'ın siluetini gördü. "Saat kaç?" diye sordu, sesi uykunun ağırlığından yeni kurtulmuştu.
"Yedi," diye cevapladı Naz, "Dicle yemek hazırladı. Yiyelim de daha da geç olmadan markete gidelim." Kayra, yorgun bir onayla başını salladı. Naz odadan çıktıktan sonra birkaç dakika daha yatağında oturmaya devam etti. Odanın krem ve lacivert tonları, içindeki huzuru yansıtıyordu. Özellikle penceresinin önündeki petrol mavisi berjer ve ona eşlik eden gri sehpa, en sevdiği köşesiydi. Burada saatlerce kitap okuyabilir, Boğaz'ın seyrine dalabilirdi.
Üzerindeki ev halinden sıyrılıp, beyaz bir kazak ve siyah kot pantolon giydi. Saçlarını alelacele dağınık bir topuz yapıp, kirpiklerine hafifçe maskara sürdü, dudaklarına renk veren nemlendiriciyi de sürdükten sonra odadan çıktı. Mutfaktan yükselen sesler, kızların çoktan masaya oturduğunu ve her zamanki gibi hararetli bir konuyu tartıştıklarını belli ediyordu. Dicle'nin yanındaki boş yere geçti.
"Allah aşkına ya, şu kızı mutfağa sokmayın, lütfen!" diye yakındı Ahsen, sesinde samimi bir bıkkınlık vardı. "Bu hanımefendi mutfağa ne zaman girse, biz o akşam ciğer kebabı ile pilav yiyoruz!" Diyarbakır'ın kendine özgü lezzetlerine olan bu "tutku", zamanla Ahsen için komik bir serzeniş haline gelmişti.
Dicle'nin kaşları anında çatıldı. "Pilav değil o, duvaklı pilav!" diye sinirle düzeltti. Onun için bu sadece bir yemek değil, kültürel bir kimlik ifadesiydi.
Naz, oturduğu yerden başını kaldırdı, yüzünde isyan dolu bir ifade vardı. "O nasıl bir cümle ya Rabbi! Evde ben varken bari şöyle Türkçeyi katletmeyin!" Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olmanın getirdiği titizlik, onu bu tür dil hatalarına karşı hassas kılıyordu.
Ahsen, Naz'ın sitemine aldırış etmeden Dicle'ye dönüp alayla karşılık verdi: "Ay pardon canım, pilavının adını söylemeyi unutmuşum, ne farkı varsa artık!" Dicle, Diyarbakır'a olan düşkünlüğü ve yöresel yemeklere olan tutkusuyla bilinirdi; ne zaman mutfağa girse, genelde ciğer kebabı ve duvaklı pilav pişirmeyi tercih ederdi.
"Madem çok biliyorsun, sen girsene mutfağa Konya kızı!" diye sitem etti Dicle, Ahsen'e. "Bir de senin elinden tadalım Konya yemeklerini."
Ahsen, omuzlarını silkti. "Ben sana Diyarbakır yemeği yapma demiyorum ki. Mesela başka yemeklerini denettir bize. Bu yemekleri ezberledik ya hani."
Dicle, meydan okurcasına kaşlarını kaldırdı. "Korktun mu, mutfağa gireceksin diye?"
Ahsen'in kaşları çatıldı. "Ne alaka canım, ben sadece sana düşüncemi söylemek için söyledim."
Naz, bu diyalogdan iyice bunalmış, isyanla ellerini havaya kaldırdı: "Söylemek için söyledim ne ya?" Ahsen ve Dicle, aynı anda Naz'a döndüler. "Bu kadar da belli etme Türkçe bölümü okuduğunu," dedi Dicle, gözlerini devirerek.
Naz'ın cevabı gecikmedi: "Türk Dili ve Edebiyatı okuyorum ben! Hem bana diyene bak. Geçen adalet sözlerini bağıra bağıra söylemiyor muydun?"
Dicle, pişkinlikle omuzlarını silkti. "Ben onu Kayra ve Ahsen duysun diye söyledim. Hani bana pusu falan düzenlerseler, olacakları önceden bilsinler diye."
Kayra, Dicle'nin bu itirafı karşısında şaşkınlıkla arkadaşına baktı. Bu sefer Ahsen omuzlarını silkti, Kayra'nın bakışlarına karşılık verircesine. "Ben yapacağımı yine yaparım. Hem ben sana pusu kurmaya kalksam elimde Aerator ile gelirim."
Dicle'nin yüzünde bir şaşkınlık belirdi. "O ne be? Tıp diliyle konuşmayın şu evde demedim mi?"
Naz, imdada yetişti. "Şu zıı diye öten şey var ya, o işte."
Dicle yüzünü buruşturdu. "Bu yüzden dişçiye gidemiyorum ya. O aletten nefret ediyorum."
Ahsen önce Dicle'ye, sonra Naz'a baktı. Gözlerini kısarak, "Bunu bildiğim için diyorum ya," dedi Dicle'ye dönerek. Ardından Naz'a dönüp ekledi: "Bana bak Türkçeçi, o 'zıı diye öten alet' değil. Onun bir tanımı var. Düzgün öğrenin."
"Söyle de bilelim o zaman," dedi Naz. Ahsen'den önce sözü Kayra devraldı: "Dişin en sert dokusu olan mine dokusunu kaldırmakta kullanılan döner alettir. Hava ya da elektrikle çalışıyor. Dakikada 200.000 devir dönme kapasiteleri var." Bir an duraksayıp aklına gelen ek bilgiyle, "Ha bir de tazyikli su çıkışı var," dedi.
Dicle, kinayeli bir şekilde, "Valla tazyikli suyu demesen eksik kalacaktık, sağ olasın bacım," dedi. Kayra, Dicle'nin alaycı tavrını takmadan, tabağındaki yemeğiyle aşk yaşamaya devam etti. Yemek önemliydi, arkadaşlar, lütfen.
Ahsen, oturduğu yerden kalktı ve alkışlamaya başladı. "Tıpçının hali başka oluyor, tebrikler yakından mı uzaktan mı olduğunu bilmediğim meslektaşım."
Dicle, Ahsen'e dönüp sitemini sürdürdü: "Unuttuğumu sanma, yarının yemekleri sende."
Ahsen, kabullenmişlikle başını salladı. "Peki," dedi. Naz kafasını iki yana salladı, "Dene, dene, aç kalacağız."
Kayra, muzipçe sırıtarak, "O zaman ne diyoruz? Yaşasın hazır yemekler!" dedi. Ahsen'in kaşları çatıldı. "Göreceksiniz siz." Ama Kayra'nın sözleri, ortamdaki gerginliği dağıtmış, yerine neşeyi bırakmıştı.
Yemek faslından sonra, Kayra'nın biricik Mini Cooper'ıyla yola koyuldular. Yan koltukta oturan Naz, radyoyu açtı. O sırada Ajda Pekkan'ın "Boş Vermişim Dünyaya" şarkısı çalmaya başladı. Kayra, sesi artırdı ve dört arkadaş, bir ağızdan şarkıya eşlik etmeye başladılar. Şarkının ritmi, onları İstanbul'un sokaklarında neşeli bir yolculuğa çıkarıyordu.
"Ahmet, Mehmet, Süreyya hepsi boş hepsi hülya
Bir gün hayat bitecek dersin görmüşüm rüya
Bir gün hayat bitecek dersin görmüşüm rüya
Boşvermişim, boşvermişim, boşvermişim dünyaya
Ağlamak istemiyorsan sen de boşver dünyaya
Ağlamak istemiyorsan sen de boşver dünyaya"
Büyük marketin camlı girişinden içeri girdiklerinde, içlerini saran o tanıdık neşe marketin kalabalığına karıştı. Sağ tarafta duran market arabalarından iki tanesini alıp, Kayra hemen birinin içine kuruldu. Diğerine de Ahsen çöktü. Kayra elini uzattı, Ahsen'le neşeli bir beşlik çaktılar. Arkalarına döndüklerinde, Dicle'nin bir anne edasıyla çatık kaşlarıyla kendilerine baktığını gördüler. Ama Ahsen ve Kayra'yı durduramazdı bu bakışlar; sanki kendisi hiç yapmamış gibiydi bu tür çocukça eğlenceleri.
Naz, kendisine düşen görevi kabullenip Ahsen'in içinde olduğu arabayı sürmeye koyuldu. Kayra da Dicle'ye döndü, yüzünde tatlı bir gülümseme. "Hadi be gülüm, uçur beni!"
Dicle, işaret parmağıyla karşı reyonu gösterdi. "Bana bak kızım, tepemin tasını attırma. Seni öyle bir uçururum ki o reyona dalarsın!" Kayra sustu. Dicle'den bahsediyorlardı, yapardı vallahi. Can güvenliği her şeyden önce gelirdi.
"Bıktım ulan sizden!" diyerek arabayı sürmeye koyuldu Dicle. Kayra arkasını döndü, muzipçe sırıtarak. "Biz de seni seviyoruz bebeğim!" Dicle, gözlerini devirdi. "Tehdidim hâlâ geçerli!" Kayra, can güvenliği adına daha fazla uzatmamaya karar verdi ve sustu.
Kısa sürede Ahsen'in ve Naz'ın yanına yetişmişlerdi. Ahsen, telefonundan hafif kısık sesle hareketli bir müzik açmıştı. Şarkıya eşlik ederken, Dicle eve lazım olan malzemeleri Kayra'nın kucağına atıyor, Naz ise abur cuburları Ahsen'in kucağına dolduruyordu.
Etraftaki teyzelerin ve amcaların kınayan bakışlarıyla karşılaşıyorlardı sık sık. Kayra, yaşlıların bu tutumunu anlayamıyordu. "Kardeşim," diye içinden geçiriyordu, "Biz şimdi hayatı yaşamayacağız da ne zaman yaşayacağız, değil mi ama?" Kötü bir kelam etmemişler, etrafa rahatsızlık verecek bir davranışta da bulunmamışlardı. Her neyse, "el âlem" kısmını pek taktığı söylenemezdi zaten.
Reyonların arasından ilerlemeye devam ederken Dicle aniden durdu, Kayra'yı sürdüğü araba da onunla birlikte durmuştu. Dicle'ye baktıklarında, gözlerini kısmış, karşı reyonda duran iki genç delikanlıya baktığını gördüler. Ahsen, "Evde yağ var diye biliyorum?" diye sordu, zira o iki genç, yağ reyonundaydılar. Ahsen'in sorusuna Dicle kendi kendine cevap verdi. "Evde yağ var zaten, ha bu arada bir ara hatırlat, seni tebrik edeceğim." Sonra imalı bir şekilde Ahsen'e baktı. "Malum evde yağ olduğunu bildin."
Ahsen gözlerini devirdi. Bu sefer konuşan Naz'dı. "Şu çocuk, bizim okuldan değil mi? Psikoloji bölümünden galiba?" dedi, siyah sweatshirtlü olan çocuğu işaret ederek. Ahsen sırıttı. "Hm? Demek ki dikkatinizi çekmiş Naz Hanım?"
Naz, Ahsen'i şaşırtacak bir şekilde sırıttı. "Belki de Ahsen Hanım."
Dicle'nin gözlerinde bir parıltı belirdi, muzip bir fikir aklına gelmişti. "Ben düşündüm de," dedi, "beyaz tişörtlü olan çocuğun Instagram'ını alamaz Kayra."
Kayra şaşırdı. "Ne alaka kızım?" Dicle omuzlarını silkti. "Yapamayacağını biliyordum zaten."
Kayra, market arabasından indi. Yere düşen birkaç eşyayı tekrar arabaya atarken, önüne gelen saç tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. "Hah, kim demiş? Ben Laz kızıyım. Bak gör, nasıl da alıyorum!" Dicle ve diğer kızlar kahkahalara boğuldu. İşte o an anladı Kayra, oltaya gelmişti. Dicle ondan intikam almak istemişti. Ama Kayra'nın bir inadı ve gururu vardı mübarek! Sözünden geri dönemezdi. "Ah, hayır ama ben niye bu kadar çabuk gaza geliyordum ki! Yaktın beni Dicle!" diye içinden geçirdi, sinirle.
Yağ reyonuna doğru ilerlemeye koyuldu. İki genç delikanlı henüz farkında değildi. Ve her daim rezil olmayı becerebilen Kayra, yine rezil oldu, arkadaşlar. Nasıl olduğunu anlamadan ayakları birbirine dolandı ve hop, kendini yerde buldu. Kızların kahkahaları neredeyse marketi salladı. Kayra onlara ters ters bakarken, yaşlı bir teyze onlara yaklaştı. "Ayıp kızlarım ayıp! Kız dediğin hanım hanımcık olur. Bir de sizin yaptığınıza bakın yahu!" diye ayıpladı. Oh, vallahi iyi olmuştu bizimkilere.
Önüne döndüğünde, gözlerinin hemen önünde ona uzatılan bir el vardı. Kafasını yavaşça yukarı kaldırdı. Beyaz tişörtlü çocuktu bu. Kayra boğazını temizleyip kendi başına ayağa kalktı. Çocuk birkaç kez etrafına bakındıktan sonra Kayra'ya döndü. "Pardon ama etrafta takılıp düşebileceğiniz bir şey de yok," dedi. Sanki nasıl düşmeyi becerebildin diye imayla soruyordu. Hatta ne iması be! Direkt öyle soruyordu. Tabi çocuk bilmiyordu ki. Konu Kayra ise, bunlar gayet normal şeylerdi.
"Ufak veletler ya, öyle koşarlarsa öyle olur işte." Kayra'nın ne saçmaladığını kendisi de anlamamıştı. Karşısındaki delikanlı gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı. "Haklısınız tabi, veletler işte." Arkasında duran diğer çocuğa baktı Kayra. Çocuk kollarını birbirine dolamış, sırıtarak onlara bakıyordu. "Arkadaşınız galiba?" diye mırıldandı Kayra. Beyaz tişörtlü çocuk bir süreliğine arkasını dönüp arkadaşına baktı, sonra tekrar Kayra'ya döndü. "Hı-hım, ev arkadaşım kendisi."
Kayra, telefonunu cebinden çıkardı. Hızlıca Instagram'ına girip arama bölümünü açtı ve çocuğa uzattı. "Aslında ben sizin Instagram'ınızı almaya gelmiştim," dedi. Çocuk gözlerini kocaman açtı. "Hı?" Ne vardı canım bu kadar şaşırılacak? Tabi canım, ne var ki bu kadar abartılacak, sonuçta herkes önüne gelenden Instagram istiyor. Kayra, iç sesini takmadan devam etti. "Yahu telefon numaranı istemedim ki, altüstü Instagram."
Çocuk yutkundu, boğazını temizledi. Işığı sönmek üzere olan telefonunu Kayra'nın elinden aldı. Kendi kullanıcı adını yazdı. Kendisine Kayra'dan istek attıktan sonra kendi telefonunu çıkarıp aynı işlemi kendi telefonundan da yapıp, Kayra'nın telefonunu geri verdi. Kayra, telefonunu elinden alıp kızların yanına doğru ilerledi. Gözlerinde zaferin ışıltısı vardı, Dicle'ye "Bak, ben yaparım!" dercesine. Bu küçük, komik olay, Kayra'nın hayatına beklenmedik bir şekilde, bambaşka bir rengi katmaya başlamıştı bile.
*
Marketten döndüklerinde, İstanbul'un akşamı Boğaz'ın üzerine mor ve lacivert tülünü yavaşça sermeye başlamıştı. Eve girdiklerinde, alınanlar hızla mutfak raflarına yerleştirildi. Kayra, büyük boy bir cips paketini açıp tabağa döktükten sonra, elindeki tabağı koltuğa, kızların arasına geçirdi. Tam o sırada, Dicle'nin eli, tabaktaki cazip cipslerden birini almak için uzandı. Kayra, muzipçe gülümseyerek tabağı hızla kendine çekti.
"Ayıp be! İnsan arkadaşından esirger mi?" Dicle'nin serzenişi, Kayra'nın parmağına bulaşan sosu usulca yalamasıyla daha da pekişti.
Kayra, ani bir aydınlanmayla şaşırmış bir nida attı: "Hah! Vicdansız! Senin yaptığın neydi?" Dicle, eliyle ağzını kapattı, şaşırmış gibi yaparak. "Aa, ne kötülüğümü gördün ki?" Bu sözler üzerine Kayra, yanındaki kırlenti ona fırlattı. Tam o sırada, temizlik hastası olan Naz'ın sinirli sesi duyuldu: "O pis, yağlı ellerinizle dokunmayın kırlentlerime!" Refleksleri gelişmiş olan Dicle, kırlenti havada yakalayıp kenara koydu.
Ahsen, elindeki kumandayla kanallar arasında gezinirken sordu: "Hangi filmi açayım?"
Kayra, tabaktan bir cips daha alarak cevap verdi: "Doktorluk bilgilerime yeni bilgiler katacak bir film olsun!"
Dicle omuzlarını silkti. "Benim için de adalet önemli, o zaman ona göre bir film seçelim."
Kayra homurdandı: "Gıcık!"
Naz, isyan edercesine araya girdi: "Ben edebiyatla ilgili olsun diyor muyum? Saçmalamayın lütfen!"
Ahsen, muzipçe sırıttı. "Ben maalesef ki dişle alakalı olsun diyemeyeceğim."
Kayra, tartışmaya son vermek istercesine, "Aman, aç bir tane işte!" dedi. Bu sırada yanındaki telefonunun titreşimini hissetti. Instagram'dan bir bildirim gelmişti. DM kutusuna girdi.
@dorukdemirkan: Selam
@kayra_: Pardon kardeş, sen de kimsin?
Tam o anda, evin içinde yankılanan ses, Kayra'yı irkiltti: "Kayra!"
"Ne var Dicle?" diye karşılık verdi.
"Sana sesleniyoruz sabahtan beri!" dedi Ahsen, telaşla. Telefonunu işaret etti. "Hayırdır, bir sorun mu var?"
Kayra, şaşkınlığını gizleyemeyerek sordu: "Arkadaşlar, Doruk adında birini tanıyor musunuz?" İlk Dicle olmak üzere, diğerleri adeta Kayra'nın yanına uçtu. Evet, bildiğiniz uçtular.
"Kız, marketteki çocuk olmasın bu?" dedi Naz, Kayra'nın yüzündeki ifadeyi görünce anında durumu anlamıştı.
Kayra, eliyle alnına vurdu. Tabi ya! Nasıl unutabilmişti ki? Dicle, gözlerini devirdi. "Bazen sorguluyorum ya, bu kız nasıl tıp kazanmış olabilir?"
Kayra gözlerini kısarak Dicle'ye baktı. Tam o sırada Ahsen'in şefkatli (!), ama sert elini kafasında hissetti. "Kız, hadisene çocuğa geri dön!"
Kayra, arkadaşlarının aralarından sıyrıldı. "Aaa, ben yolgeçen hanı mıyım bacım? Biri hakaret eder, biri kafama indirir."
Naz, düşünceli düşünceli mırıldandı: "Yalnız, yolgeçen hanı ona mı deniliyordu?"
Kayra, dostlarının bu 'düşünceli' hallerine daha fazla dayanamadı. "İzlemiyorum film falan, odamdayım ben!" Bir şey demelerine izin vermeden odasına geçti ve kapısını kilitledi. Bunlar odasına da dalarlardı, hiç gerek yoktu.
Yatağına uzanıp mesaja geri döndü.
@dorukdemirkan: Kardeş derken?
@dorukdemirkan: Bugün, market desem?
@kayra_: Pardon ya, bir an aklımdan çıkmış.
@kayra_: Hayırdır niye yazdın?
Kayra'nın iç sesi mırıldandı: "Çok mu kabasın biraz, Laz kızı?"
@dorukdemirkan: Yazdın?
@dorukdemirkan: Sen her önüne gelenin instasını alır mısın? Yoksa bu bana mı özel oldu?
Kayra'nın alnından soğuk terler boşaldı. "Al buradan yak," diye geçirdi içinden.
@kayra_: Bak kardeş, o iş şöyle oldu. Ben arkadaşlarımın gazına geldim. Hepsi bu. Büyütmeye gerek yok.
"Yavaş. Yani." Yine iç sesi devreye girmişti.
@dorukdemirkan: Tabi yaş da beş mi?
Kayra'nın kaşları yukarı kalktı. "Yaş beş mi?" Sinirleri zıplamıştı.
@kayra_: Hadi oğlum, ikile.
Uygulamadan çıkıp telefonu yanına koydu. Yorganına daha da sıkı sarılıp uyku moduna geçti. "Bence ben yatakla evlenme işini bir an önce hızlandırmalıyım," diye düşündü. O an tek istediği, bu komik ve biraz da utanç verici durumdan uzaklaşıp, derin bir uykuya dalmaktı.
*
Sabahın sekizi... İstanbul'un uykulu sokakları henüz güneşi tam anlamıyla kucaklayamamışken, Boğaziçi Üniversitesi'nin amfileri, genç zihinleri ağırlamak için kapılarını aralıyordu. Kayra, içinden homurdanarak düşündü: "Sabahın sekizine kim ders koydu yahu? Sabahın sekizinde ders mi olur, şöyle on birde gelsek daha güzel olmaz mıydı hoca?" Göz kapakları, uykunun ağırlığıyla mücadele ederken, profesörün sert bakışları üzerinde dolandı.
Profesör, sanki Kayra'nın iç sesini duymuş gibi, bir an gözlerini ona dikti. Amfideki genç yüzler üzerinde gezdirdiği bakışları tekrar Kayra'nın üzerinde sabitlendi. "Kayra arkadaşımız, uyanamamış galiba. Uykusunu açalım, değil mi?"
Kayra'nın içinden, "Hiç gerek yok. Bende uyku falan kalmadı hocam," diye geçirdi. Ama sesini çıkarmadı.
"Evet, Kayra. Larenjit neydi? Nasıl tedavi edilirdi? Bize açıklar mısın?" Profesörün sesi, amfide yankılandı. Şanslı günündeydi galiba, bu kez kolay sormuştu. Kayra, içinden kendi kendine fısıldadı: "Haydi, kızım, göster kendini!"
Oturduğu yerden dikleşti. Zihnindeki bilgileri toparlayıp akıcı bir dille anlatmaya başladı: "Larenjit, halk arasında gırtlak ya da ses kutusu adı verilen larinksin iltihaplanması ya da tahrişi sonucunda meydana gelir." Profesör, kollarını önünde bağladı. Bu, "devam et," demek oluyordu.
"Larenjit çoğunlukla ikinci veya üçüncü günde şiddetlenir, bir haftada düzelir. Diğer belirtiler düzeldikten sonra seste bir süre daha çatallanma kalabilir. Nefes darlığı larenjitte nadir görülen bir belirtidir. Antibiyotik tedavisi çoğunlukla gereksizdir. Larenjitin nedeni çoğunlukla virüsler olduğu için antibiyotikler bunlara karşı etkili değildir." Kayra bekledi, profesörün kollarını çözdüğünü gördüğünde rahat bir nefes aldı.
"Aferin, dersine iyi çalışmışsın. Lakin bir dahakine uykulu gözlerle etrafa bakmazsan sevinirim." Kayra başını olumlu anlamda salladı. "Bir ben bakıyorum sanki uykulu gözlerle," diye düşündü, ama sessiz kaldı.
Profesör, bir süre daha derse devam ettikten sonra amfiden çıktı. Onun arkasından çıkan çıkana, gençler adeta kapıya hücum etti. Kayra da eşyalarını toplayıp ayağa kalktı. Bir sonraki dersine bir saat vardı. Amfiden ayrılıp, tüm bölümler için ortak olan, genellikle kızlarla buluştuğu kafeteryaya indi. Etrafa göz gezdirdiğinde fazlasıyla kalabalık olduğunu fark etti. Kızlar henüz gözükmüyordu. Grubuna kafeteryada olduğuna dair bir mesaj attıktan sonra köşede boş duran masaya geçti. Neredeyse kafasını masaya koyup uyuyacaktı. En iyisi bir kahve almak ve ayılmaktı, lakin gözü o uzun sıraya girmeyi hiç yemiyordu.
Tam o sırada, kafeterya kapısından içeri giren Dicle, adeta bir kurtarıcı gibi görüş açısına girdi. Kayra, Dicle'ye el sallayıp yerini belli etti. Dicle'nin gözleri etrafta gezinirken onu gördü ve yanına geldi. "Selam," dedi Dicle, sesi adeta cıvıldıyordu.
Kayra, Dicle'nin enerjisine hayran kaldı. "Kızım, bu enerji nereden geliyor sana ya? Sırrını söyle de ben de uygulayayım."
Dicle gülümsedi. "Söylemem kızım."
Kayra gözlerini kıstı. "Hain arkadaş."
Dicle gözlerini devirdi. "Yavrum, bu benim her zaman ki halim, sır bunda gizli."
Bu sefer göz devirme sırası Kayra'ya geçmişti. Masaya kafasını koyup eliyle Dicle'yi kışkışladı. "Git bana kahve al, ikisi bir arada olsun da uykum açılsın."
"Emredersiniz, matmazel," dedi Dicle, alayla.
Kayra, hiç başını kaldırmadan eliyle 'git' işareti yaptı.
Aradan kısa bir süre sonra, kafeteryada keskin bir çığlık sesi yankılandı. Lakin bu ses... Dicle'nin sesiydi!
Kayra, kafasını masadan kaldırır kaldırmaz, görüş açısına Dicle ve bir oğlan girdi. Oğlanın elinde kahve bardağı vardı fakat bardak boştu. Çünkü sıcak kahve, Dicle'nin üzerindeydi. Kayra hızla yanlarına gitti. Dicle'nin gözleri, çocuğa çok pis bakıyordu.
"Çok özür dilerim, gerçekten. Çok mu yandı canınız?" diye sordu delikanlı, sesi mahcup bir tonla.
Dicle alayla gülümsedi. "Yok canım, ne yanacak, altı üstü sıcak kahve döktün üzerime!" Gözlerini kapattı, emindi ki Dicle sakinleşmeye çalışıyordu.
Çocuğun konuşmasına izin vermeden, Kayra'nın gözleri önünde, Dicle ellerini çocuğun omuzlarına koyup onu sertçe itekledi, sonra yanından geçip gitti. Kayra da masada duran eşyaları alıp arkasından ilerledi. Lavaboya girdiğinde, Kayra da peşinden daldı. İçeride kimse yoktu. Kapıyı kapattı. "İyi misin?" diye sordu. Dicle'nin gözleri doldu. Kayra, Dicle'yi kendine çekip sarıldı. Dicle, böyleydi. O sert, kaba gözüken, onlara anne olan kızın içinde, aslında duygusal, sulu gözlü bir kız yatıyordu. Dicle tam bir kız çocuğu gibiydi, lakin bunu herkese göstermezdi. Herkese karşı farklı bir kişilik sergilerken, birbirlerine kaldıklarında içindeki kız çocuğu ortaya çıkardı. "Canım çok yandı ya," diye fısıldadı Dicle.
"Tamam, bak şimdi sen şöyle ufaktan bir hallet üzerini, bizi eve kadar idare edecek şekilde, sonra eve geçelim, giderken de eczaneden bir krem alırız. Bir şeyin kalmaz," dedi Kayra, şefkatle. Dicle, gözleri dolu dolu gülümsedi. "Senin daha dersin bitmedi, benim yüzümden kalma. Sen anahtarı ver bana, ben eve geçeyim, sizin dersiniz bittiğinde ben gelir alırım sizi."
Kayra'nın kaşları çatıldı. "Aa, manyağa bak. Kızım, senden önemli mi dersim? Zaten uykum vardı. Ben de kurtulmuş olurum." Dicle itiraz edecekken, Kayra konuşmasına izin vermedi. "Haydi Dicle. Bekliyorum. Ben kızlara haber edeyim bu arada."
Telefonunu çıkarıp grubuna girdi. Grubun adı dikkatini çekince gülümsedi. Ahsen'in işleriydi hep.
Dört Bir Yandan İstanbul
Kayra: Kızlar, Dicle'nin üzerine kahve döküldü. Biz eve geçiyoruz. Dersleriniz bitince haber edin ben gelirim. Sizi seviyoruz ❤️
Naz: Çok mu kötü, gelelim mi?
Ahsen: Güzelim, neredesiniz, geleyim yanınıza.
Kayra: Yahu merak etmeyin, çok kötü değil durumu, hafif kızarıklık var. Siz derslerinize bakın, ben buradayım.
Ahsen: Peki, habersiz bırakma, kötü bir durum olursa.
Naz: Öp benim yerime.
Kayra: Ay, tamam, haydin. Biz de sizi seviyoruz.
Telefonunu cebine atıp Dicle'ye döndü. "Gidelim mi?" Dicle'nin olumlu anlamda başını sallamasıyla birlikte lavabodan çıktılar. Üniversitenin otopark alanına geldiklerinde, Kayra bir an için arabasını nereye park ettiğini hatırlayamadı. Arada ona da geliyordu bu unutkanlıklar.
"Salak kız, şurada ya araba!" diyen Dicle'yle Kayra'nın kafasına vurdu. Bazen annesinin kendisi hakkında söylediklerine hak vermiyor değildi. Arabaya doğru ilerlerken, gördüğü kişiyle adeta "elim ayağım birbirine dolandı" atasözü tam anlamıyla yerine oturdu. Ne yapacağını bilemeyerek etrafa göz gezdirdi. Kendini nasıl kamufle edebilirdi ki?
Bir an için yanlarında duran kırmızı araba Kayra'ya göz kırptı. Şu an için en iyi seçenek bu olsa gerekti. Arabanın arka kısmına doğru dolaştı ve yere çöktü. Tabi bu sırada acı çeken arkadaşı, olayları anlamadığı için Kayra'ya tuhaf bakışlar atmakla meşguldü. Yanına gelerek, "Ne halt yiyorsun burada?" diye sordu. "Kızım, bir git başımdan, fark ettireceksin şimdi!" diye sızlandı Kayra. Dicle, kaşlarını çatarak ona bakmaya devam etti. "Ne saçmalıyorsun geri zekâlı?" Kayra, sinirle Dicle'yi de yanına çekti. "Bak kızım, yaralı falan dinlemem, ha ona göre. Başıma açtığın çoraptan dolayı bu durumdayım!"
Dicle gözlerini kıstı. "Ne çorabı be?!"
"Yağ reyonunda olan çocuğu gördüm." Kayra, tek kaşını kaldırmayı denedi. Dicle'nin tek kaşını kaldırabildiğini bilmek ve onun bunu ona inat yapması, vicdansızlıktı!
"Yağ reyonundaki çocuk?"
"Dicle, benden daha unutkan olan sensin dostum!" Kayra gözlerini devirdi. "Bir de bana kızıyorsun!"
"Hani bana Instagram'ını aldırdığın çocuk." Dicle'nin yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. "Haa, o mu?" Kayra gözlerini kıstı. "Ha, o!" dedi, onu taklit ederek. Tam o sırada onlara yaklaşan ayak sesleri duymaya başladılar. Hayır, hayır, olamazdı ama bu ya! Arkadaşlar, şans dediğimiz şey neydi? Kayra'ya uzun süredir uğramıyordu da.
Bir ses duyuldu: "Hanımlar, sorması ayıp, niye buradasınız? Arabanızda bir sorun mu var? Yardımcı olabilirim."
Kayra'nın içinden "Sana yardımcı ol diyen mi oldu!" diye bağırdı. Yüzünü Dicle'ye iyice döndü ve kısık bir sesle, "Sorması ayıpsa, sorma kardeşim!" dedi. Lakin çocuk duymuştu.
"Bu ses," çocuk duraksadı. "Hayır, yani dilim de durmaz ki!" diye düşündü Kayra.
Dicle, durumu toparlamak istercesine söze girdi: "Teşekkürler düşünceniz için. Lakin yardıma ihtiyacımız yok, müsaadenizle." Bizzat kovmuştu. İyi de olmuştu ama.
"Siz, tabi ya! Sen o kızın arkadaşısın." Çocuk duraksadı. Dicle tam konuşacakken, çocuk bu tarafa geçmesiyle birlikte Kayra'nın yüzüne baktı. Kayra başını eğmişti ama olan olmuştu. "Sen o'sun."
Kayra sinirle kafasını kaldırdı. "Oysam oyum kardeşim. Ne meraklı bir şeysin sen! Rahat bıraksana be!" Çocuk gülümsedi. "Yine atar ha," dedi çocuk.
"Sana ne!" Kayra hızla ayağa kalktı, ya da kalktığını zannetti. Çünkü dengesini sağlayamayıp arabanın kaportasına çöktü. "Hay, böyle işin!"
Beyefendinin hoşuna gitmiş olacak ki gülmeye başladı. Hadi onu anladı da Dicle'nin gülmesine ne demeliydi?
Sinirle Dicle'nin kolunu hafifçe (!) sıktı. Hanımefendinin canı yanınca gülmeyi kesip yüzüne bakıyordu. Dişlerini sıkarak, "Canım arkadaşım, biz gitsek mi artık," diye ağzının içinde mırıldandı. Dicle, Kayra'yı anlayarak gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp başını olumlu anlamda salladı. Kayra, Dicle'nin koluna sarılıp ilerledi, onu da peşinden sürükledi. Tabi bu sırada delikanlı arkadaş önlerine geçti. "Bir dakika ya,"
Kayra kafasını yana eğip yüzüne dik dik baktı. "O kadar mesaj yazdım, birine bile cevap vermedin."
Kayra kaşlarını yukarı kaldırdı. "Vermek zorunda mıyım? Hayır, yani böyle bir kural var da ben mi bilmiyorum?" dediğinde Dicle onu dürttü. Doruk yüzüne acayip bakışlar attı. "Daha yeni ki lafıma çok da şey yapma sen. İzlediğim bir dizinin repliği, her zaman yapmak istemişimdir de ben de tam zamanı gelince söyledim," diye söylendiğinde çocuk yüzüne daha da tuhaf bakmaya başladı. Onu takmayarak ilerledi. Arabanın olduğu yere geldiğinde şoför koltuğuna geçti, Dicle de yanında yer aldığında arabayı çalıştırdı ve otoparktan çıkmak için ilerledi. O sırada yolun yanında duran Doruk'u fark etti. Öylece orada dikiliyordu.
Yanından geçip otoparktan çıktı. Üniversiteden de ayrılarak ana yola çıktılar. Dicle Kayra'nın kolunu dürttü. Yola bakmaya devam ederken "Ne?" dedi Kayra. "Küs müyüz?" diye sorduğunda Kayra cıkladı. "Yok canım, ne küsmesi (!). Sonuçta arkadaşın orada rezilliğin dibine vururken sen de sadece izledin." Aklına yeni gelmiş gibi devam etti. "Ah, tabi bir de gülmemek için büyük çabalar sarf etmiştin, değil mi? Bunu unutmamam lazımdı." Dicle, yavru köpek bakışlarına geçiş yaparak, "Tamam ya, özür dilerim. Bir daha olmaz. O, o anlıktı," dediğinde Kayra, "Pardon canım da zaten bir daha olamaz. Çünkü o sahne bir daha yaşanmayacak," dedi. Somurtarak önüne döndü.
Kayra, Dicle'nin haline gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Eve kadar sürünse yeterliydi bence.
Eve yaklaştıklarında, otoparka girmeden kenara park etti. Birkaç saat sonra kızları almaya gitmesi gerekiyordu. Dicle, kendi çantasını ve Kayra'nın çantasını alarak arabadan indi ve apartmana ilerledi. Kayra da arkasından inerek arabayı kilitledi. Ardından apartmana girdiğinde, Dicle'nin gelmiş olan asansörü tuttuğunu gördü. Birlikte asansöre bindiler ve kendi katlarına ulaşmayı beklediler. Kısa süre içinde bu gerçekleştiğinde, Dicle yine önden inerek kapıyı açtı. İçeri geçerek kapıyı kıyadeli bıraktı. Kayra da ardından girip kapıyı örttü. Dicle, somurtkan bir ifadeyle çantasını kapının kenarında duran pufa koyarak odasına ilerledi. Kayra arkasından başını iki yana sallayarak güldü.
Ardından Kayra da Dicle'nin odasına girdi. "Pişt?" diye seslendiğinde, Dicle sadece "Hı," dedi. Kayra, kapının pervazına yaslanarak kollarını önünde bağladı. "Akşama Zingil tatlısı yaparsan affedebilirim." Dicle'nin bakışları Kayra'ya dönerek sırıttı. "Dekbaz seniii," dedi, son kelimenin 'i' harfini uzatarak.
"O ne be? Küfür mü ettin?" dedi Kayra. Dicle kahkaha attı. "Yok kız, hilebaz dedim. Bizim oralarda Dekbaz denir."
"Ha, öyle desene kızım. Ben sana Karadeniz ağzı ile konuşuyor muyum?" Kayra ciddiyetle, "Yapacak mısın? Yapmayacak mısın?" dedi, tek kaşını kaldırmayı deneyerek. Dicle güldü. "Yapacağım," dediğinde bu sefer sırıtan Kayra'ydı. Zingil, başta Diyarbakır olmak üzere Urfa ve Mardin'de de meşhur olan bir tatlıydı. Dicle bir ara kendilerine yaptığında Kayra çok beğenmişti. Naz yorum yapmamış, Ahsen ise sevmemişti.
Dicle'ye hayali bir öpücük atarak odasına geçti Kayra. Biraz dinlense çok iyi olacaktı. Üzerine daha rahat bir şeyler giyerek kendini yatağına attı.
*
Akşamın alacakaranlığı İstanbul'u sararken, bir başka mutfak seansı yaşanmaktaydı. Öğleden sonraki kısa bir şekerlemeden sonra, Kayra kızları üniversiteden almış, ardından sözünü tutmak isteyen Ahsen için markete uğrayıp eksik malzemeleri tamamlamışlardı. Eve döndüklerinde, Kayra kendini televizyonun büyülü dünyasına bırakmış, Naz odasına çekilip yemek hazır olana kadar ders çalışmaya koyulmuş, Dicle ise camlarla kaplı balkonlarına geçiş yapıp elinde bir kitapla dinginliğe bürünmüştü. Ahsen ise geldiğinden beri mutfaktan bir an olsun çıkamamış, akşam sekiz sularında, adeta bir çağrı gibi, arkadaşlarını sofraya davet etmişti. Hatta Kayra, bir ara mutfağa göz attığında, sanki Üçüncü Dünya Savaşı'nın tüm yıkımı oraya taşınmış gibi bir manzarayla karşılaşmış, hızla geri çekilmişti.
Mutfağa tekrar adım attığında, birkaç saat önceki kaosa nazaran daha derli toplu bir düzenin hüküm sürdüğünü fark etti. Masadaki yerlerini aldıklarında, Ahsen'in özenle hazırladığı yoğurt çorbası buharı tüterek önlerinde duruyordu. İlk kaşıklar havalandı. Çorbanın tadı fena değildi, ancak nane miktarı biraz daha az olsa lezzetinin zirveye ulaşacağı aşikârdı. Ahsen, her birinin yüzüne bakarak sabırsızlıkla bir değerlendirme bekliyordu.
Sessizliği ilk bozan Kayra oldu: "Nanesi az olsa daha güzel olacakmış."
Dicle, yüzünü buruşturarak, her zamanki gibi sivri dilini kullanmaktan çekinmedi: "Allah aşkına bu kadar naneyi neye göre attın? Bizleri otçul falan mı zannettin?"
Ahsen gözlerini devirdi, "Neden, sen etçil misin?" dediğinde, konunun bambaşka sulara çekildiğini fark eden Naz, "Biz en iyisi sıradaki yemeğe geçelim," diyerek ortamı yumuşattı.
Ahsen, Naz'ın önerisi üzerine ayaklandı, önlerinden tek tek boşalan tabakları aldı ve sıradaki yemeği masaya getirdi. Kayra, önüne konulan tabağa baktığında, bunun bamya yemeği olduğunu anlamıştı anlamasına ancak bamyadan hariç her şeye benziyordu nimet. Salçalı ve yağın içinde yüzen bamyalar, görsel olarak pek de iştah açıcı durmuyordu.
Dicle, gördüğü manzara karşısında "Nimet ne hale gelmiş," diye söylendiğinde, Naz Kayra'ya bakarak kafasını iki yana salladı, adeta 'ben demiştim' der gibi. Kayra, besmele çekerek yemekten bir kaşık aldığında, tuzunun azdan da az atıldığını tatmış oldu. Ahsen, tek tek yüzlerine baktı, omuzlarını düşürerek teslimiyetle konuştu: "Tamam arkadaşlar, ben anladım. Ben bu gidişle evde kaldım."
Kayra, Ahsen'in moralini düzeltmek istercesine, "Yo, ben yoğurt çorbanı gayet de beğenmiştim," dediğinde Ahsen gözlerini devirdi, Kayra'nın o beğenisini pek de yememişti. Dicle, Ahsen'i kolları arasına alarak şefkatle sarıldı: "Bebeğim, ben sana öğretirim, hemen düşürme o omuzlarını."
"Öğreteceksin ama bak değil mi? Sonradan mutfaktan kovma da beni," dedi Ahsen. Dicle onu onaylarken, Kayra ve Naz, kurtarıcıları olan sandviçleri hazırlamak için kolları sıvadılar.
Hepsi sandviçlerini ve yanına koydukları limonataları alarak karınlarını doyurmaya koyuldular. "E, gençler, nerelere akıyoruz?" diye soran Ahsen'e, Naz hemen karşı çıktı. "Evladım, sen diş hekimliği okumuyor musun?" Ahsen kafasını olumlu anlamda sallayıp ağzına bir parça daha sandviçten attı. "Okuyorum."
Dicle, Ahsen'in kafasına hafifçe vurarak, "Ağzın doluyken konuşulmaz, aptal!" diye söylendiğinde Ahsen omuz silkti.
Naz, limonatasından bir yudum alıp konuşmaya devam etti: "Okuduğun bölüm kolay bir bölüm değil. Oturup ders çalışsan biraz da olmaz mı?"
Ahsen gözlerini devirdi. "Yahu arkadaş, biz İstanbul gibi bir yerde, en güzel üniversitede okuyoruz. Her şey iyi hoşken ne yapalım, eğlenmeyelim mi? Akmayalım mı İstanbul sokaklarına? Yedi, yirmi dört ders çalışamayız ki!"
Kayra, ağzındaki son lokmayı da yutup mırıldandı: "Sen zaten normalde de ders çalışmıyorsun ki?"
Ahsen, muzipçe gülümseyerek, "E, o zaman ben bu bölümü özel güçlerimle mi kazandım?" dedi. Dicle kahkaha attı. "Arkadaşım, sana birkaç yıl önceyi değil, şimdiyi söylüyorlar."
"Aman, ne naz yaptınız arkadaş! Altı üstü eğleneceğiz!" Ahsen'in sözlerine karşılık, Naz'ın cevabı gecikmedi: "Altı üstü dediğin, sonunda başımıza bela almaksa, evet, altı üstü eğleneceğiz."
Ahsen somurtmaya başladığında, sözü Kayra devraldı: "Tamam, biraz İstanbul sokaklarına akalım ama bana bakın," diyerek işaret parmağını kaldırıp hepsini tehdit edercesine söylendi. "Başına bela alanı orada bırakıp gelirim. Kurtarmak için uğraşmam!" Dediğinde hepsi onu onaylamıştı. Fakat onlar da biliyordu ki, Kayra her defasında yaptığı gibi yine paçalarını kurtaracaktı. Ne zaman dışarı çıksalar mutlaka bir şey oluyor ve başlarına bela alıyorlardı. Kurtarıcıları ise canım dedesi oluyordu. Kimseye çaktırmadan paçalarını birçok kez kurtarmışlığı vardı.
Hep bir elden mutfağı toparlayıp odalarına dağıldılar. Kayra, gardırobunu açarak kıyafetlerine göz attı. Gözüne çarpan parçaları alıp giyindi. Aynanın karşısına geçip kendine baktı. Beyaz badi yerini açık renk kot pantolona bırakmış, üzerine siyah, hafif kalın hırkasını almıştı. Siyah kol çantası ve siyah botlarıyla kombinini tamamlamıştı. Saçlarını sıkı bir atkuyruğu yapıp, son kez makyaj masasındaki pahalı ve vazgeçemediği parfümünden birkaç fıs sıktıktan sonra odasından ayrıldı.
Hole çıktığında, kapının yan tarafındaki pufa oturmuş, telefonuyla oynayan Naz'ı gördü. Lila renkli bluzunun altına kot etek tercih etmişti. Üzerine de kot ceketini giymişti. Saçlarını iki yandan topuz yapmış, adeta cici kızlar gibi olmuştu. Kayra'yı fark ettiğinde, başını telefonundan kaldırıp onu tepeden tırnağa süzdü. "Kız, bu güzellik ne?" dediğinde Kayra güldü. "Asıl sende ki bu şirin kızlık ne?" dediğinde Naz gülerek kafasını iki yana salladı ve sordu: "Nasıl olmuşum bebeğim?" "Bu da soru mu yavrum, Candy girl olmuşsun," dedi Kayra, ona hayali bir öpücük atarak.
Bu sırada Dicle de yanlarına gelmişti. Kendi etrafında bir kez dönerek, "İyi mi, bugün böyle takılayım dedim," dedi. Dicle de bugün fazlasıyla spor takılmıştı. Beyaz badinin altına kot pantolon giymiş, siyah deri sırt çantasını tercih etmişti. Elinde tuttuğu ceketi ise siyah deri ceketiydi. Saçlarını salık bırakmıştı.
"Bir insana spor kıyafetler bu kadar mı güzel gider," diyen Naz'a, Kayra "Katılıyorum," diye destek çıktı. Dicle, onlara teşekkürlerini sıralarken, Ahsen Hanım çıkageldi. Çılgınca bağırarak, "Gençler, akıyor muyuz?" dediğinde Naz yüzünü buruşturup, "Akıyoruz bebeğim, akıyoruz. Hem de öyle bir akacağız ki bizi İstanbul'un kendisi bile kurtaramayacak!" Dicle ile Kayra aynı anda kahkaha attılar. Ahsen sinirle kapıya ilerleyip evden ilk çıkan o oldu. Kendisi de spor takılmıştı. Beyaz bluz giymiş, altına taba rengi pantolon tercih etmiş, aynı şekilde kahverengi, deri ceketini almıştı. Saçlarını yandan örmüştü, Naz gibi şeker kızlardan olmuştu.
Hepsi birlikte evden ayrılıp arabaya geçtiler. Her zamanki gibi şoför koltuğunda Kayra, yolcu koltuğunda Dicle, arkada ise Naz ve Ahsen oturmuştu. Dicle müzik işini üstlenerek radyoyu karıştırırken, Kayra arabayı çalıştırmış ve yola koyulmuştu.
Dicle, radyodan bulduğu şarkıyı son sese getirdi ve fon müziğine eşlik ederek dans etmeye koyuldu. Ahsen, şarkıyı biliyor olsa gerek, arka camı sonuna kadar açmış, kafasını dışarı çıkartıp bağıra bağıra şarkıya eşlik ediyordu:
"Bize neler neler öğrettiler sevdalar üstüne
Aldatıldık, aldatıldık sevda böyle değil
Ne masallar ninniler söylediler dünya üstüne
Aldatıldık, aldatıldık dünya böyle değil"
Ahsen'den, Dicle devralıp söylemeye koyuldu:
"Ufalana ufalana kaç kuşak, eridik bu yollarda
Kimimiz yerle yeksan, kimimiz zor ayakta
Ufalana ufalana kaç kuşak, eridik bu yollarda
Kimimiz yerle yeksan, kimimiz zor ayakta
Kolu kanadı kırık kuşlar gibiyiz ayrı diyarlarda
Bize saadet nasip şimdi, uçuk rüyalarda
Kolu kanadı kırık kuşlar gibiyiz ayrı diyarlarda
Bize saadet nasip şimdi, uçuk rüyalarda"
Naz, telefonundan video çekiyordu. Dicle sözleri bitirdiğinde Naz kafasını içeri alıp onlara doğru döndü. Dicle ile birlikte aynı anda şarkının nakaratını söylemeye başladılar:
"Bize neler neler öğrettiler sevdalar üstüne
Aldatıldık, aldatıldık sevda böyle değil
Ne masallar ninniler söylediler dünya üstüne
Aldatıldık, aldatıldık dünya böyle değil"[1]
İstanbul'un neon ışıkları üzerlerinden kayıp giderken, dört genç kadın, şarkıların melodisine kendilerini bırakmış, bu koca şehrin kalabalığı içinde kendi neşelerini ve özgürlüklerini haykırıyorlardı. Onlar, dostluğun en saf halini yaşayan, her anı bir anıya dönüştüren, İstanbul'un dört bir yanından gelmiş dört can dostuydu. Ve biliyorlardı ki, bu gece onları bekleyen her ne olursa olsun, birlikte üstesinden geleceklerdi.
Kararlarını vermişlerdi; İstanbul'un kalbine, İstiklal Caddesi'nin büyülü atmosferine akacaklardı. Kayra, arabayı müsait bir yere park ettikten sonra, caddenin enerjik sokaklarında yürüdüler, adımları neşeli bir ritimle ritüelistik bir hale gelmişti. En sonunda, her zaman beğeniyle geldikleri, Beyoğlu'nun o şirin kafelerinden birine kendilerini attılar. Hepsi kahvenin en sevdiği çeşidini sipariş etmiş, buharı tüten fincanlarından yudumlarken, etraflarındaki insan selini inceliyorlardı. Her bir yüz, İstanbul'un bin bir hikâyesini fısıldıyor, her adım, şehrin nabzını tutuyordu.
Dicle, sokağın başındaki bir çifti işaret ederek, "Bakın, bunlar birazdan kavga edecekler," dediğinde, Naz şaşkınlıkla karşı çıktı: "Yok artık, daha neler! Nasıl da güzel konuşuyorlar." Kayra, çiftin yüzlerine şöyle bir baktığında, gerçekten de oldukça düzgün ve sakin bir şekilde sohbet ettiklerini gördü; hiç kavga edecek gibi durmuyorlardı. Ahsen ise, kafenin karşı tarafındaki mağazanın kapısının önünde duran bir kıza odaklanmıştı. "Giyimini hiç beğenmedim," diye mırıldandı. "Fosfor yeşile kırmızı mı gidermiş?"
Naz, Ahsen'in bu yorumuna karşılık verdi: "Zevkler ve renkler tartışılmaz güzelim, bilmiyor musun?"
Ahsen, gözlerini kısarak Naz'a döndü: "Kız, sen niye her şeye yorum yapıyorsun?"
Naz, içindeki isyanı dile getirdi: "Yahu, biri çıkar kavga etmeyecek çifti kavga edecekler der. Diğeri çıkar kızın kılık kıyafetine karışır. Yavrum, size ne?" Naz'ın sözü biter bitmez, Dicle'nin işaret ettiği çift hararetli bir kavgaya tutuşmuştu. Dicle, yanında oturan Naz'ın kolunu dürttü ve gözleriyle çifti işaret etti, adeta "Gördün mü?" der gibi. Naz ise gözlerini kocaman açarak, "Harbiden, yok artık!" demişti. Onun bu tepkisine kayıtsız kalamayan Kayra, sesli bir kahkaha patlattı. Kafedeki diğer müşteriler, rahatsız olduklarını belirten bakışlar atsa da, Kayra kendini durduramıyordu.
Bunun üzerine garson yanlarına geldi. Kayra'ya bakarak, "Hanımefendi, müşterilerimiz rahatsız olduklarını dile getirdiler, rica etsem sessiz olur musunuz?" dediğinde, Ahsen ani bir refleksle ayaklandı. "Kim o rahatsız olanlar? Allah aşkına dışarıda da istediğimiz gibi gülüp eğlenemeyecek miyiz?" diye söylendi. Onun bu çıkışıyla birkaç masa ayaklanma emareleri gösterdi, ortam gerilmişti. Dicle, çıkmaya hazır olan kavgayı önlemek amacıyla garsona döndü: "Kardeşim, biz zaten kalkıyorduk. Gel biz seninle hesabı halledelim."
Ahsen daha da alevlenerek, "Oldu canım, onlar istedi diye bir de gidelim öyle mi?" diye çıkıştığında, Kayra hızla Ahsen'in ağzını eliyle kapatıp onu dışarıya sürükledi. Dicle garsonla kasaya giderken, Naz eşyalarını toparlayıp ardılarından gelmişti. Dışarı çıktıklarında, Kayra Ahsen'in ağzından elini çekti. "Ahsen, niyetin kavga çıkarmak mı güzelim?" dedi. Ahsen omuzlarını silkti. "Gelemiyorum ben bu tür şeylere. Kadınların özgürce, rahatça bir şeyler yapmaya hakkı yok mu?"
Kayra, Ahsen'in kolunu sıvazladı. "O konuda haklısın güzelim, lakin bu sefer biz haksızdık. Kimseyi de rahatsız etmeye hakkımız yok." Ahsen başını salladı. "Doğru da işte ya. Bu tür şeyde patlayıveriyorum."
"Tamam, sakin, hadi daha akacağımız yerler var," dediğinde Ahsen gülümsedi. Kızlar da geldiğinde birlikte caddede ilerlemeye devam ettiler.
Güneş batmaya devam ettikçe, caddenin ışıkları birer birer yanmaya başlamış, İstiklal Caddesi'ne daha hoş, daha davetkâr bir atmosfer sağlamıştı. Ahsen, biraz ilerideki yedi-sekiz yaşlarındaki bir kız çocuğun yanına varıp, saçlarını nasıl yaptığını sordu. Çocuğun saç stili arkadan örgülüydü. Çocuğun annesi yanlarına gelip bir sorun olup olmadığını sorduğunda, Ahsen miniğe saçıyla ilgili soru sorduğunu söyledi. Kadın, çocuğunun yüzündeki mutluluğu fark edince Ahsen'e gülümsedi ve birkaç güzel söz söyledi. Ahsen, kadınla ve çocukla vedalaşıp yanlarına geldiğinde, hepsine tek tek baktı, ardından omuz silkti.
İnsanların arasına karışıp caddede ilerlemeye devam ederken, Kayra'nın gözüne bir satıcı çarptı. Oraya ilerledi ve satıcı amcadan dört tane elma şekeri aldı. Ücreti ödeyip kızların yanına geri döndü. Ah, dönmese miydi ki!
Ahsen, yolun ortasına oturmuştu. Hem de bağdaş kurarak! Hızla yanlarına ilerledi. Sokak şarkıcılarının söylediği hareketli müziğe karşı oturduğu yerden oynuyordu. Ellerini de diğer kızlara doğru sallıyordu. Ahsen çantasını Naz'ın kucağına vermişti ve Naz'ın yüzü kıpkırmızıydı utançtan.
"Gençler, ne yapıyorsunuz?" diye sordu Kayra. Ahsen gülerek, "Ha, şu iki mal değneği var ya," dedi, Naz ve Dicle'yi göstererek. "Onlara yorulduğumu söyledim, beni takmadılar. Ben de çöktüm buraya!"
Naz, utançla, "Allah aşkına kalk şuradan, rezilliğin dibine vurduk," dedi.
Ahsen, kaşlarını çattı. "Yahu, niye bu kadar takıyorsunuz ki?" Bakışlarını etraftaki insanlarda gezdirdi. "Hayatımızda ya bir defa göreceğiz ya da hiç karşılaşmayacağız bile. Onu da geçtim, niye bu kadar insanların dediklerini, davranışlarını takıyoruz ki? Mesela ben yoruldum ve buraya oturasım geldi, oturdum. Araba mı geçiyor da engelliyorum? Ha, tramvay geçiyor, o da arada bir. Rahatsız ettiğim kimse yok bence şu an. Ayrıca o insanlar niye bakıyor biliyor musun? Onlar da benim gibi çılgınlık yapmak istiyorlar ama yapamıyorlar, neden? Çünkü bu terbiyesizlik olarak algılanacak belki de. Fakat ben kendimi biliyor muyum? Biliyorum, gerisi de vız gelir tırıs gider!"
Ahsen'in sözleri bittiğinde Kayra, "O kadar!" dedi ve o da Ahsen'in yanına, onun tabiriyle "çöktü". Elindeki elma şekerlerinden birini ona uzattı. Ahsen gülerek aldı. "Bu kız arada doğru şeyler de söylüyor ha." Diye söyledi Dicle de, Ahsen’i kastederek.
Naz, şaşkınlıkla, "Sen de mi be hukukçu?" dedi.
Dicle omuzlarını silkti. "Haklı ama. Bu defa da kafamıza estiği gibi yapsak kime ne?"
Naz da söylenenleri sonunda mantıklı bulmuş olacak ki, en son o da yanlarına oturdu. Kayra aldığı şekerleri onlara da verdi ve birlikte, gelen giden insanların tuhaf bakışlarına rağmen, bir güzel elma şekerlerini yediler.
Sokak sanatçılarına seslendi Kayra: "Çalın bakayım oradan, Athena’dan Kafama Göre'yi!"
Sanatçılar onlara gülerek dediği müziği onayladılar. Onlar çalmaya başladıklarında, dört arkadaş da elindeki elma şekerlerini mikrofon gibi yaparak bağıra bağıra şarkıyı söylemeye başladılar:
"Kuralı yok, kuralı yok
Hayat senin gibi delisi yok
Yaşıyorum gelişine takılıyorum kafama göre
Kafama göre, kafama göre"
"Karışmasınlar, dokunmasınlar
Ben böyle keyfime bakıyorum
Bozuk düzen öylesine takılıyorum kafama göre
Kafama göre, kafama göre"
Dicle ayaklandı. Elindeki şekeri daha sıkı tutarak ağzına daha da yaklaştırdı ve etrafında dönerek söylemeye devam etti:
"Arada ayıp ederim
İstemeden kırarsam
Kalbini
Kusura bakma
Arada ayıp ederim
Ansızın gidersem yanından
Kusura bakma"
Sözlerini bitirir bitirmez, diğer boş olan eliyle arkadaşlarını gösterdi, devam etmeleri için. Hepsi kahkahalar atarak söylemeye koyuldular:
"Kuralı yok, kuralı yok
Hayat senin gibi delisi yok
Yaşıyorum gelişine takılıyorum kafama göre
Oooo, oo
Takılıyorum kafama göre
Oooo, oo
Yaşıyorum ben kafama göre
Kafama göre
Kafama göre"
Bu sefer hepsi ayaklandı. Birlikte hem dans edip hem de şarkı söylemeye devam ettiler. Son mısraları bir kez daha tekrar edip, en sonunda kahkahalar eşliğinde bitirdiler.
Kendilerine geldiklerinde, etraflarını dolduran insanları fark ettiler. Hepsinin elinde son model telefonları vardı ve onları çekiyorlardı. Kızlarla kısa bir süreliğine göz göze geldiler, sonra el ele tutuşup selam verdiler. Bunun üzerine insanlar daha çok alkışlamaya başladı. Hatta kimileri, bir daha söylemelerini bile istiyordu.
Ahsen, onları çeken insanlar arasından kendileri gibi genç bir kızın yanına gitti ve bir süre onunla iletişime geçip telefonuyla bir şeyler yaptı. Tekrar yanlarına geldiğinde, telefonunu havaya kaldırarak salladı. "Bu muhteşem gösterimizin kaydını aldım arkadaşlar!" dediğinde tekrardan kahkahalar attılar.
Kafalarını güzel yapacak bir şeyler içmemişlerdi. Fakat içseler anca bu kadar olurdu diyebilecekleri bir durumdaydılar. İstediği gibi davranmak, kimseyi umursamadan bildiğini yapmak o kadar güzeldi ki. O an rahatlamış hissediyordu Kayra kendini. Omzundaki tüm yüklerden kurtulduğunu.
Daha da hafiflemek için aklına gelen şeyle birlikte sırıttı. "Kızlar," üçünün de bakışları Kayra'ya döndü. "Aklımda bir şey var."
Dicle, merakla sordu: "Neymiş o?"
"Bağırmak!" Kayra gülümsedi. "Bu hayata diyemediğimiz her şeyi bağırarak dışarı atmak. Akıtamadığımız gözyaşlarımızı bağırarak akıtmak. Bizi duymayan insanlara karşı bağırarak duyurmak sesimizi."
Ahsen kahkaha attı. "Bu kız beni bile koydu geçti!" Kayra gülümsedi. Naz da gülerek, "Rezil olacağımız kadar olduk zaten. Bunu da yapalım," dedi. Dicle omzuyla onun omzuna vurdu. "Zevk almadığını söyleyemezsin."
Naz, itiraf etti: "Yalan değil, aşırı iyi hissediyorum kendimi."
"E, haydi o zaman arabaya!" dedi Kayra.
Ahsen, şaşkınlıkla, "Arabaya derken?" diye sordu.
"Bunu neden Galata Kulesi'nde yapmayalım ki?" dedi Kayra. Ahsen kendi etrafında dönerek, "İşte bu be!" diye bağırdı.
Arabaya biner binmez, tüm camları sonuna kadar açtılar. Kayra arabayı Galata'ya doğru sürerken, Dicle müzikle ilgilenmişti. Araba, Mavi Gri'nin "Aklımı Kaçırdım" şarkısını çalmaya başladığında Naz, "Ses ver, ses!" dedi. Sonradan açılmıştı ama iyi açılmıştı.
Dicle daha da sesi çoğalttı. Ahsen kafasını camdan çıkarmış, deli gibi bağırıyordu. Naz şarkıya eşlik ediyor, Dicle ise telefonundan video başlatıp bu çılgın anılarını kaydetme görevini üstlendi. Kayra, bir eli direksiyondayken diğer elini de camdan dışarı çıkardı ve rüzgârı hissetti.
Bir sokağa arabayı park edip Galata sokağına geçiş yaptılar. Biletlerini alıp yukarı çıktılar. Her defasında kulenin manzarasına hayran oluyordu Kayra. Kızlarla birlikte yan yana dizildiler. Bir süre manzaranın tadını çıkardılar. Etraflarında yine normal zamanlarına göre daha az insan vardı. Kayra telefonundan saate baktığında 22.45 olduğunu fark etmişti. Bu kadar olmuş muydu gerçekten?
Hemen yanında duran Ahsen, koluna vurdu. Kayra'nın bakışları ona çevrildi. "Hazır mıyız?" dediğinde Kayra başını olumlu anlamda salladı. Eliyle bir, iki ve... üç yaptığında, hep birlikte bağırmaya başladılar. Kayra gözlerini sımsıkı yumdu ve bunca zamandır içinde biriken her şeyi buradan aşağıya atmak istercesine bağırdı.
Sustuklarında etrafta derin bir sessizlik hâkim oldu. Kayra gözlerini açtığında insanlara hiç bakmadı, çünkü biliyordu gözlerindeki ifadeyi. Kızlara baktığında onlar da mutlulukla gülüyorlardı.
Polis siren sesleri duyuldu. Eğer ki şu an biri bu şehirde suç işlemediyse, bu gelen polis araçları onlara içindi. Oysaki kızlara evden çıkmadan önce, "Başına bela alanı orada bırakırım," demişti, değil mi? Şu an kendini burada bırakması mı gerekiyordu? Neyse, yaşamadıkları bir şey değildi. Ahbaplık kurdukları polis abilere bir selam verip çıkarlardı.
[1] Aldatıldık - Rengin
2: "Hayatın sıradan anları, beklenmedik karşılaşmalarla örüldüğünde, kaderin cilveleri en hamin ellerde bile kendini gösterir."
Gece yarısının dinginliği, İstiklal Caddesi'nin telaşını geride bırakmış, şehrin yorgun nefesiyle bütünleşmişti. "Kayracığım, ziyaretin kısası makbuldür demişlerdir. Sürekli sık sık da ziyarete gelinmez ama değil mi?" diyen Komiser Habib'e baktı. Yüzünde muzip bir gülümsemeyle karşılık verdi: "Haklısın Komiser Bey abiciğim, ama gel gör ki, sizin ekip de sürekli bizim peşimizde."
Ahsen, Kayra'nın yanından sordu: "Bu sefer ne için ihbar etmiş olabilirler bizi?"
Komiser Habib, omuz silkti. "Sizin zır deli olduğunuzu düşünerek yapılmış olan bir ihbar." Sonra tekrar Kayra'ya döndü, gözlerinde hem bir bıkkınlık hem de babacan bir ifade vardı. "Dedenle irtibata geçmeyeceğim bu sefer ve sizi son kez buradan uğurluyorum." Gözlerini kızların üzerinde gezdirdi, son kelimelerini de adeta bir tembih gibi tekrarladı: "Bir daha gelmeyin abiciğim buraya. Uğramayın. Hatta rica ediyorum, önünden dahi geçmeyin!"
Dicle, alaycı bir tonla, "Biz de isteklisi değiliz be Komiser Bey Abiciğim," dedi.
"Görüşmemek üzere," diye son noktayı koyan Habib Komiser'le birlikte, kızlar ayaklandı. Önce odasından, sonra karakoldan çıktılar. Kayra, arabasını kapının önünde görünce gülümsedi. Belki de sadece dedesine haber vermediği için bu kadar cömert davranmıştı.
Kızlar, arabalarına binip evin yolunu tuttular. Hepsi yorgundu, yorgunluk sessizliğe bürünmüş, aralarında kimse tek kelime etmiyordu. Kayra, arabanın saatine baktı. 00.04. Gece yarısı olmuştu bile. Kayra, kendini yatağının şefkatli kollarına bırakmayı düşledi.
Kısa sürede eve varmışlardı. Kayra, ceketini köşeye bıraktı. "Kahve isteyen?" diye soran Naz'a, Kayra olumsuz cevap verdi. "Ben uyumak istiyorum," diyen Ahsen'i odasına postaladılar. "Ben de bir duş alıp yatacağım. İyi geceler," diyen Dicle'ye karşılık verdiler. Holde sadece Naz ile Kayra kalmıştı. "Ben de odama geçiyorum güzelim," Kayra gülümsedi. "İyi geceler balım." Naz da gülümsedi. "İyi geceler."
Kayra, odasına geçerek hızlıca üzerini değiştirdi, yüzünü sabunlarıyla yıkadı, saçlarını salık bıraktı, dişlerini fırçaladı ve en son olarak telefonunu şarja taktı, ardından kendini yatağına bıraktı. Günün tüm yorgunluğu, vücuduna ağır bir battaniye gibi çökmüştü.
*
Naz, her zaman ders arası boşluklarında yaptığı gibi, dersten çıkar çıkmaz fakültesinin kütüphanesine gitmişti. Kitap raflarının arasında dolaşıyor, parmak uçlarını ciltlerin üzerinde gezdiriyordu. Kitaplarla içli dışlı olmayı, içlerindeki anlam yüklü kelimeler arasında kaybolmayı seviyordu. Onun için kütüphane, kelimelerin dans ettiği, zihnin özgürce dolaştığı bir mabetti.
Gözüne Dünya Edebiyatı'nın bulunduğu rafları kestirip oraya ilerledi. Kitaplar arasında gözlerini gezdirirken, daha önce okumuş olduğu bir kitabı kendine çekti. Ancak tam o sırada, diğer taraftan bir el de aynı kitabı çekmişti. Naz'ın kaşları istemsizce çatıldı. Kitabı tekrar kendine çekti, bu sefer kitabı tamamen eline almıştı. Hafif bir açıyla eğilerek diğer taraftan kitabı çeken kişiye baktı. Karşı taraftan aynı şekilde kendisine bakan bir erkekle göz göze geldi. Naz, şaşkınlıkla geri çekildi. Adımları onun tarafına yöneldi. Bu sırada karşı taraftaki kişi de ona doğru geliyordu ve ikisi orta bir noktada karşı karşıya geldiler. Naz, ne kadar istemese de kitabı karşısındaki kişiye uzattı. "Kusura bakmayın lütfen, sizin elinizden çekmiş bulundum," dedi.
Karşısındaki çocuk, mahcup bir ifadeyle, "Asıl siz kusura bakmayın, sizi fark edemedim, yoksa öyle asılmazdım," dedi.
"Estağfurullah ne kusuru, demek ki ikimiz de birbirimizi fark etmemişiz." Naz, elindeki kitabı uzattı. "Hem ben daha önce okumuştum, öncelik sizin."
Çocuk, elini ensesine attı. "Ben de daha önce okumuştum." Naz, bu duruma da şaşırmıştı. Kitap okuyan erkek mi kalmıştı? Hem de elindeki bir aşk romanıydı!
Önce elindeki kitaba baktı: Anna Karenina / Lev Tolstoy. Daha sonra karşısındaki çocuğa baktı. "Yanlışlık yok değil mi? Bu kitabı daha önce okuduğunuzu söylüyorsunuz?" Çocuk başını salladı. "Evet, okudum." Elini Naz'a uzattı. "Hamza Başaran," dedi. Naz, birkaç saniye düşündü fakat hızlı bir kararla elini uzatıp Hamza'nın elini tuttu. "Naz," dedi. "Naz Özdemir."
"Memnun oldum, Naz."
"Ben de."
Hamza bakışlarını kısa süreliğine etrafta gezdirip tekrardan Naz'a baktı. "Olur da bir gün bu kitap hakkında konuşmayı istersen, Psikoloji bölümündenim." Naz, başını olumlu anlamda salladı. Hamza, "Görüşürüz," dedi. "Görüşürüz," diye karşılık verdi Naz.
Hamza, arkasını dönüp giderken, Naz yine hızlı verdiği kararla, "Hamza?" diye seslendi. Hamza, yönünü Naz'a çevirdi. Naz, utana sıkıla, "Kitap hakkında şimdi de konuşabiliriz," hemen ardına ekledi. "Tabii vaktin varsa."
Hamza, tebessümle karşılık vererek, "Elbette vaktim var," dedi. Naz, bu ani kararlarını belki de ilk defa bir erkeğin kitap okumasının kendisini şaşırtmasına bağdaştırabilirdi. Ve ya da dikkatini çeken o çocuğun Hamza olması da olabilirdi.
Hamza, eliyle az ileride bulunan çalışma masalarını işaret etti. "Burada da oturabiliriz istersen." Naz başını salladı, masaya ilerledi. Hamza da arkasından ilerledi. Naz oturduğu sırada, Hamza aklına gelen şeyle mırıldandı: "Ben çay alıp geleyim en iyisi."
"Yok, teşekkürler, gerek yok yani," diye söylendi Naz. Ama ne dediğinin o da farkında değildi. Şimdi kızlar burada olsa, "Bizi yedi/yirmi dört düzeltmeye çalışan Türkçeci sen misin?" derlerdi.
"Sohbet sırasında iyi gider," diye söylenen Hamza, elini boynuna attı. Arkasını dönüp gidecekken tekrardan Naz'a döndü. "Ben çay dedim ama kahve de olur. Hangisini içersin? Soda da alabilirim."
"Çay yeterli," diyen Naz'la başını sallayarak arkasını dönüp ilerledi Hamza. Naz, söylediğiyle elini alnına vurdu. "Çay yeterli demek neydi ya?! 'Ben alırım da' diyebilirdi." İç sesiyle yine tatlı bir didişmeye girmişti. Bu beklenmedik karşılaşma, Naz'ın kütüphane rutinini bambaşka bir hale bürümeye başlamıştı bile.
*
İstanbul'un koşturmacası, her bir ruhu farklı bir serüvene sürüklüyordu. Şehrin ritmiyle eşzamanlı olarak, Dicle'nin hayatında da durumlar karışıktı. Hukukçu olmak başlı başına bir sanattı, hele ki Anayasa gibi kalın ve ezberlenmesi gereken bir kitap elindeyken. Fakültesinden çıktığında, bu ağır kitapla birlikte omuzlarında bir yorgunluk taşıyordu. Dicle, şu sıralar oturup da ezber yapamıyordu, zihni karmaşık düşüncelerle doluydu. Kızları bulsa iyi olurdu; onların enerjisine ihtiyacı vardı.
Kafasını yere eğdi, bağcıkları mı açılmıştı? Tam bu sırada, başını sert bir gövdeye çarpması bir oldu. Sinirle kafasını kaldırdı. Elindeki telefona bakan, ama çarpma etkisiyle telefondan ayırdığı bakışlarını kendisine diken bir adet çift gözle karşılaştı. Asıl olay ise şuydu ki, bu çocuk geçenlerde üzerine kahve döken çocuğun ta kendisiydi. Bu çocukla sınanıyor olabilir miydi? Ya da geçen sefer çok kızmadığı için daha çok sinirlerine basmayı mı istiyordu? Dicle'nin zihninde yankılanan tek cümle şuydu: "Bence belasını istiyor gibiydi bu çocuk. Net."
Çocuk, mahcup bir ifadeyle, "Özür dilerim. Her defasında nasıl oluyor böyle, inan bilmiyorum," dedi. Dicle, istemsiz veya istemli de olabilir, kaşlarını çattı. "Sinirlenmeyeyim dedikçe üzerime geliyorsun!" Kısa süreliğine gözlerini kapattı ve içinden kendi kendine söylendi: "Sakinim, sakinim, sakinim!"
Gözlerini açarak karşısında özür dileyen gözlerle bakan çocuğa baktı. "Bir daha, rica (!) ediyorum, karşıma çıkma! Bir dahakine, inan bana bu kadar sakin kalmam!" Yanından geçip gidecekken çocuk tekrardan önüne geçti. "Haklısın, hem de çok haklısın. Ben de bu şekilde olmasını istemezdim." Dicle kollarını göğsünün üzerinde bağladı. "Sonuç?" Gözlerini bir onda bir kendinde gezdirdi. "Sonuç değişmiyor, gördüğün gibi!" dedi kabaca. Bu çocuk, ilk günden sinirlerini bozmuşken elbette ona kibar olmayacaktı.
"Evet, haklısın, özür dilerim tekrardan," dedi ve yana çekildi. Dicle, kafasını sadece hafif bir açıyla eğdi ve hızlı adımlarla yanından ayrıldı. Kızları bulma isteği de yok olup gitmişti zaten. En iyisi, eve gitmekti. Dersleri de bitmişti nasıl olsa. Bir an önce eve varıp kendini mutfağa atmalı, siniri geçene kadar yemek yapması gereken konular vardı. Mutfağın dinginliği, onun için adeta bir terapiydi.
Ahsen, bugün dersinin olmamasını fırsat bilmiş ve kendini İstanbul sokaklarına atmıştı. Gezmiş, tozmuş, şehrin her köşesini keşfetmiş, hatta kendince alışveriş yapmıştı. Tabi, bu alışveriş kısmında arkadaşlarını da unutmamış, onlara da ufak tefek şeyler almıştı. İstanbul'un kozmopolit ruhuyla bütünleşmişti.
Bu keyifli gezisine son veren ise, acıktığını belli eden guruldama sesleriydi. İstanbul sokakları arasında dolaşırken, gözüne küçük, samimi bir çiğköfteci çarpmış ve adımları kendiliğinden oraya yönelmişti. İçeri girdi. Mekân normal şekilde kalabalıktı, ancak sıcak bir atmosfer hâkimdi. Onu karşılayan yaşlı amca, yüzündeki tebessümle "Hoş geldin kızım," demişti. Ahsen gülümsedi, bu yaşlı amcaya duyduğu samimiyetle. "Merhaba, amca. Kolay gelsin. Ben bir dürüm alabilir miyim?"
Amca, başını sallamış, "Tabii kızım, içine her şeyden koyayım mı?" diye sorduğu vakit, dükkâna başka biri daha girmiş ve yanlarına gelerek, "Bey amca, çok açım, bana iki tane mega dürüm," demişti. Ahsen, yanındaki bu kaba herife döndü. "Pardon beyefendi ama sıradayım, gördüğünüz üzere." Burada şu an Dicle olmalıydı, olmalıydı ki, o ezber yaptığı anayasalarından hak ile ilgili bir şeyler söylemeliydi. Ya da kendisi Dicle’den bu konuda birkaç bir şey öğrenmeliydi ki, böyle kaba insanların üzerinde uygulayabilmeliydi.
"Ah, pardon güzel bayan. Böyle bir güzelliği görmemek tamamen benim hatam. Lütfen, buyurun," diyen yılışık herife Ahsen gözlerini devirip amcaya döndü. Ayrıca o daha yeni bayan mı demişti?
"Hepsinden olsun amca."
"Tamam kızım, sen geç, ben getiririm," dediğinde Ahsen, onaylayan bir mırıltıyla tek boş kalan masaya ilerleyip oturdu. Telefonunu cebinden çıkartıp biraz sosyal medyada dolaştı. O sırada kızlarla olan gruplarından mesajlar yağmaya başladı.
Dört Bir Yandan İstanbul
Dicle: Ay, yok! Ben sakin falan kalamıyorum.
Dicle: Niye her şey üst üste bana gelir ki.
Dicle: Ben neyim, bela çekici mi?
Kayra: Ne oluyor, hukukçu?
Dicle: Ne mi oluyor?
Dicle: Ne mi oluyor?
Dicle: Şu geçen kahve döken çocuk yok mu?
Kayra: E, ne olmuş?
Dicle: Kayra!
Dicle: O çocuk başlı başına sıkıntı!
Dicle: Bu sefer de bana çarptı!
Naz: Yandın mı?
Kayra: Doktorun olarak geleyim mi?
Ahsen: Elinde kahve yoktu de, bana.
Dicle: Yanmadım @Naz
Dicle: Doktorluk mesele yok @Kayra
Dicle: Kahve yoktu @Ahsen
Dicle: Ama ben kendimin avukatı olamam. Bana avukat lazım.
Kayra: Avukat ne alaka?
Dicle: Bir daha karşılaşacak olursak nezarethanelik olmam açısından önem taşıyor avukat.
Naz: Tövbe de!
Ahsen: @Naz, Önceden girip çıkmışlığı var. Bünyesi alışık.
Ahsen: Hatta hepimizin ki alışık.
Dicle: Yanlış arkadaşlar seçmişim, şu an farkına vardırdınız, Teşekkürler.
Kayra: Başa gelen çekilir be Dicle'm. Mesela ben, senin yüzünden şu çocukla karşılaşıyorum. Ve rezil rüsvan bir şekilde.
Dicle: Kayra! Doğru söyle! Beddua mı ettin?
Kayra: Etmedim ama etsem anca bu kadar etki ederdi bence 😂
Ahsen: Doğru dürüst anlatacak mısın? @Dicle
Dicle: Ortak bahçe alanına geçtim, pek sevgili arkadaşlarımı bulmak için. O sıra bağcıklarıma bakıyordum. Güm! Kafam sert bir şeye çarpmasın mı?
Naz: Burada tek suçlu çocuk değil sanki.
Dicle: Yahu, benim kafam eğik olabilir ama kendisi telefona bakacağım diye önüne bakmayı unuttu. Bence tek suçlu o!
Kayra: Bunun avukatlığını tekrar sorgulamak gerekiyor.
Dicle: Şimdi olduğum yere çöküp ağlayacağım.
Ahsen: Buna da bünyen alışık bebeğim. Yapmadığımız bir şey değil.
Dicle, Ahsen kişisini gruptan çıkardı.
Kayra, Ahsen kişisini gruba ekledi.
Ahsen: Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış sözüne bir kez daha hak verdim.
-Dicle görüldü
-Naz görüldü
-Kayra görüldü
"Buyurun, güzel bayan." Ahsen kafasını telefondan kaldırarak karşısında elinde tepsiyle duran kaba herife baktı. Elindeki iki tepsiden birini önüne bıraktı. Ardından, "Başka oturacak masa yok, sizin için de uygun olursa buraya oturabilir miyim?" dedi. Ahsen'in iki kaşı da yukarı kalktı. "Sen kibarlık nedir bilir miydin?" dedi. Adam gülümsedi. "Daha yeni ki kabalığımı mazur görün hanımefendi. Yaptığım gerçekten berbat bir şeydi. Özrümü kabul eder misiniz?"
"Ben bir özür de duyamadım lakin." Ahsen, meydan okuyordu adeta.
"Ah, sizin güzelliğiniz karşısında akıl mı kaldı. Sizden tüm samimiyetimle özür diliyorum." Adamın yılışık tavırları devam ediyordu.
"Eğer yılışıp durmazsanız tabii ki oturabilirsiniz," dedi Ahsen. Fırsatı kaçırmadan karşısına oturdu. "Ben Semih," dedi.
"Adınızı sormadım," diye karşılık verdi Ahsen. Semih güldü. "İnanın bana, adınızı öğrenmek benim için bir lütuf olacak. Sizinle tanışma şerefini benden almayınız."
Ahsen kafasını yana eğdi. "Semih, okuyor musun?" Semih heyecanla başını salladı. "Evet, okuyorum. Siz?" Sorusunu es geçti Ahsen. "Hangi bölüm?" Semih yine heyecanla konuştu. "Konservatuvar. Sizin bölümünüz?" Ahsen yine sorusunu es geçti. "Belli, oyunculuk var sende," dedi ve çiğköftesinden bir ısırık aldı.
"Ama olmadı bu," deyişine Ahsen başını salladı. "Ne olmadı?"
"Sorularıma niye cevap alamadım?"
Ahsen omuzlarını silkti. "Cevap vermemeyi seçtiğim için." Semih'in dik olan omuzları çöktü. "Minicik bir bilgi de mi olmaz? Adın mesela?"
"Sana ne," dedi Ahsen, yüzü düştü Semih'in. "Bak bu da olmadı."
"Olsun diye söylemedim." Semih, önünde bulunan iki dürümden birini eline alıp ısırdı. "Seviyorsun galiba çiğköfteyi." Semih omuzlarını silkti. Cevap bekledi, gelmedi. Hatta ağzındaki çiğnerken kafasını diğer tarafa çevirdi. Ahsen güldü. "Çocuk musun?" Cevap yok. "Oyunculuğun buraya kadardı galiba." Cevap yok. Gülerek, çiğköftesini yemeye devam etti. Ara ara Ahsen'e bakış attı. Baktı ki Ahsen sakinlikle çiğköftesini yiyor, ikinci dürümünü tepsiye koydu. "Bu ne inat kızım,"
Ahsen gözlerini devirdi. "Çok çabuk kaba herife geri dönüş yaptın," dedi ve devam etti. "Ayrıca ben Konya kızıyım oğlum, hemen pes etmek de kimmiş?" Semih güldü. Ahsen kaş göz işareti yaptı, "Ne gülüyorsun?" gibisinden.
"Demek Konyalısın." Semih'in yüzünde muzip bir ifade belirdi. Hay, böyle işin!
"Sana ne," dedi Ahsen. Semih yine güldü. "Ben anladım anlayacağımı."
Ahsen kaşlarını çattı. "Pardon da ne anladın sen? Bir halt anladığın yok!" Semih masada biraz öne çıkarak Ahsen'e biraz daha yaklaştı. "Sinirlenince hakkında bir şeyler kaçırıyorsun." Ahsen gözlerini devirdi. "Nesin sen, deha mı?" Semih göz kırptı. "Senin için o da oluruz be."
"Yürüyen kaba herif!" Semih güldü. Sinirlerini bozacak şekilde güldü hem de.
"Gülme!" Ahsen biraz öne çıktı. "Gülmesene oğlum!" Semih sırıttı. "Sen de kaba kadın mı oluyorsun?" Ahsen eliyle yüzünü sıvazladı. Daha yeni Dicle'yi sinir ettiği için evrenin bir oyunu olabilir miydi ona?
"Ayrıca ben sen değilim," Semih Ahsen’in daha yeni ki sorusuna cevap verecekti. Çiğköfteyi seviyorsun, demişti. Aslında bir sorudan daha çok tespitti. "Çiğköfteyi seviyorum, hem de çok seviyorum. Urfalı olsam bu kadar severim bence."
"Ben de çok seviyorum. Güzel bir şey." Semih gülümsedi. Bu seferki gülümsemesi daha samimi, daha sıcaktı. "Teşekkür ederim," diye mırıldandı.
"Ne için?" diye sordu Ahsen.
"Konuştun." Semih güldü.
"Ben zaten konuşuyordum," dedi Ahsen de gülerek.
Semih gülümsedi. "O anlamda demediğimi sen de çok iyi biliyorsun." Ahsen kafasını yana eğdi. "Biliyorum."
Önünde kalan son dürümü de yemeye devam etti Semih. Bu sırada ağzı doluyken konuşarak, "Bir dürüm daha yer misin? Benden," dedi. Ahsen kafasını iki yana salladı. "Doydum ben, ayrıca ağzın doluyken konuşma." Semih başını tamam anlamında salladı. Ahsen sandalyesini geri çekerek ayaklandığı sırada, Semih ağzındaki lokmayı hızla yutup, "Nereye?" dedi.
"Seninle akşama kadar burada oturacak değilim ya, gidiyorum." Ahsen'in sözleriyle Semih'in omuzları yine çöktü. "Peki adın? Adını söylesen?"
"Ahsen," dedi Ahsen. "Adım Ahsen."
"Daha önce adının anlamını taşıdığını söyleyen oldu mu?" diye sordu Semih. Ahsen; "çok güzel olan, en güzel olan" anlamlarına geliyordu.
"Hayır, olmadı," dedi Ahsen. Semih mutlulukla gülümsedi. "Sevindim," dedi.
"Neye?" diye sordu Ahsen.
"İlk olmaya." Semih'in sözleri, Ahsen'in yüzünde hoş bir tebessüm bıraktı. İstanbul'un bu sakin çiğköftecisi, beklenmedik bir karşılaşmanın ve başlangıcın mekânı olmuştu.
*
Naz, kütüphane masasının üzerinde duran Anna Karenina'ya öylece baktı. Güzel kitaptı. Ancak ilk okuduğu zamanlar son derece sinirlendiği, ruhunu daraltan bir kitap da olmuştu. Tolstoy'un kelimeleri, bazen bir tokat gibi çarpmıştı yüzüne, bazen de ince bir iğne gibi batmıştı yüreğine.
"Beklettim, kusura bakma," diyen sesi duyunca bakışlarını kitaptan çekip elindeki karton bardaklarla dikilen Hamza'ya baktı. Güneşin kütüphane camından sızan ışıkları, Hamza'nın saçlarında altın ışıltılar yaratıyordu. "Sorun değil, çok beklemedim," dedi Naz, sesi beklenmedik bir yumuşaklıkla çıkmıştı. Hamza elindeki karton bardaklardan birini Naz'ın önüne koyarak karşısına geçip oturdu. Naz, parmaklarını dumanı tüten karton bardağa doladı. Çayın sıcaklığı, eline yayılan bir huzur gibiydi. "Teşekkür ederim."
"Rica ederim," diye karşılık verdi Hamza. Gözlerinde samimi bir parıltı vardı.
"Ne zaman okumuştun?" diye konuyu açtı Hamza, hemen ardından ekledi: "Kitabı."
Naz kısa süreliğine kitaba bakıp tekrardan Hamza'ya çevirdi bakışlarını. "Üç ay olmuştur." Hafifçe gülümsedi. "Sen?"
"Bir yıl oldu." Naz, anladım gibisinden başını salladı.
"İnsan, bir hafta önce okuduğu kitabı bile ikinci kez okuyunca ilk okuduğunda anladığı anlamlardan daha farklısını anlayabiliyor. Ben de bu kitabı okuyalı bir yıl olunca tekrar okumayı düşünmüştüm," dedi Hamza. Sesinde, edebiyata duyduğu derin saygı yankılanıyordu. Naz, çayından bir yudum aldı. Çayın acılığı, kitabın acı hikâyesiyle harmanlanmış gibiydi. "Okuduğumda Anna Karenina'ya çok kızdım. Yaptığı yanlıştı, hatalıydı. En son ise intihara kalkışması ve Aleksi Vronski'nin hiçbir şey olmamış gibi orduya dönmesi sinirlerimi çok bozmuştu."
Hamza sözü devraldı, gözlerinde derin bir düşünce vardı. "Fakat orduya döndüğünde eski Yüzbaşı Aleksi Vronski değildi."
Naz, sinirle güldü. Sesindeki alay, Anna'ya duyduğu öfkenin bir yansımasıydı. "Bu neyi değiştirir peki? Bir kadın, doğrusu evli bir kadın, ona olan aşkından evladından vazgeçip kendisine gelmesi, mutlu olmayı hayal ederken mutsuz olması, kendini intihara sürüklemesi de basite alınacak bir durum olduğunu düşünmüyorum."
Hamza, başını olumlu anlamda salladı. "Doğru, hoş bir son olmamıştı."
Bahsettikleri kitap, Tolstoy'un kaleminden çıkan, Anna Karenina'ydı. 1870'lerin Rusya'sında geçen roman, iki aşk macerası üzerine kuruluydu. Konstantin Levin ile Kiti Şeçerbatski arasındaki mesut evlilik ve Kont Vronski ile evli bir kadın olan Anna Karenina arasındaki trajik, yasak aşkı konu alıyordu. Romanın ana konusu Rus ailesiydi ve Anna Karenina, gerçekçi bir roman olarak edebiyat tarihinde önemli bir yer tutuyordu.
*
Bugün günlerden Cumartesiydi ve herkesin Pazartesi sendromu, kızlar için Cumartesi sendromu demekti. Çünkü hepisinin evde olduğu tek vakit hafta sonlarıydı ve onlar da bunu değerlendirerek, bu günlerini evlerine ayırıyor, bir nevi temizlik günü ilan ediyorlardı.
Kayra, toz işlerini halletmiş, mutfağa girişmişken; Dicle ortalığı süpürüyor, Ahsen tuvalet ve banyo işini devralmış, Naz da yerleri silme işini üstlenmişti. Ev, bir yandan temizlik sesleriyle yankılanıyor, bir yandan da kızların neşeli sohbetleriyle dolup taşıyordu.
Ahsen, kafasını banyodan çıkarttı. Yüzünde muzip bir ifade vardı. "Aç oradan bir Serdar abi!"
Naz, cebinden telefonunu çıkartıp Serdar Ortaç'tan "Ben Adam Olmam" şarkısını açmıştı. Elindeki vileda sapını ağzına yasladı ve şarkıya eşlik etti, sesi tüm eve yayılıyordu:
"Koşarım peşinden kaçanların
Doğruyu bulmakta zorlanırım
Severim sevmenin dertlerini
Sonunda kollara yollanırım"
Ahsen, tekrardan kapıda göründü. Elindeki lavabo temizleyicisini mikrofon görevinde kullanırken, diğer sözleri o söyledi, adeta bir sahne performansındaymış gibi:
"Kör olur gözlerim seviyorken
Kendime masallar anlatırım
Dillere düşerim her aşkımla
Yanarım, yanarım, aldanırım"
Dicle, süpürgeyi kapattı. Süpürgeyi mikrofon yapmıştı. Naz, elindeki vileda sapıyla olduğu yerde dikiliyordu. Kayra mutfak kapısına çıktı. Eline aldığı kepçeyi mikrofon niyetine kullanırken Ahsen, banyo kapısının önünde, elinde tutmaya devam ettiği lavabo temizleyicisi ile nakarat kısmına giriş yapmaya hazırdı. (Elindeki kepçeyi sorgulamayın arkadaşlar, o anlık en yakınında o vardı.)
Serdar abi, nakarata giriş yaptığı an hep birlikte söylenmeye başladılar, sesleri tüm binayı dolduruyordu:
"Anasını sattığımın dünyası...
Kafayı yormam, sonuna bakmam, ben adam olmam
A deli gönlüm, neler ister de seni aldatamam
Kafayı yormam, sonuna bakmam, ben adam olmam
A deli gönlüm, neler ister de seni aldatamam
Severim delice
Severim delice"
Nakarat kısmı bitince Dicle kaldığı yerden devam etmiş, Naz onun arkasından silme işine devam ederken Ahsen geri banyoya çekilmişti. Kayra da mutfağa geçip mutfak dolaplarını silme görevine devam etti. Bir taraftan da şarkıyı mırıldanıyordu. "Severim delice, severim delice..."
İşlerde son noktaları koydukları vakitte, hepsi içeri geçerek kendilerini koltuklara atmışlardı. Yorgunlukları, ama aynı zamanda yaptıkları işten duydukları keyif yüzlerinden okunuyordu.
"Ne yorulduk be!" diyen Ahsen'e, "Belim kopmuş olabilir," diye söylendi Dicle.
"Yemek işi ne olacak ya?" diye soran Naz'a, Kayra "Acaba dışarıdan mı yesek?" dedi.
"Pizza yiyelim," diye devam etti Kayra. Dicle gözlerini devirdi. "Onu yeni yedik ya, güzel arkadaşım. Bu sefer hamburger yiyelim."
Naz, "Sokak yemeklerini deneyebiliriz," diye öneri sundu.
Ahsen, oturduğu yerde dikleşti. Gözleri parlıyordu. "Bence çiğköfte yemeliyiz!" Hepsi aynı anda gözlerini devirdi. Naz, hepsinin sesi olarak, "Bıktık senin şu çiğköfte aşkından!" dedi. Ahsen dudaklarını büzdü. "Yemezseniz yemeyin be! Bende yeni çiğköfte arkadaşımı buldum. Onunla yerim!"
Söylediği şeyler Dicle'nin dikkatini çekmişti. Merakla sordu: "Senin bizden başka arkadaşın mı var?"
Ahsen omuzlarını silkti. "Dün arkadaş edindim."
Dicle, merakla sordu: "Cinsiyeti ne bu arkadaşın?"
Ahsen, kollarını bağladı. "Bu bilgiyi neden sana vereyim Dicleciğim?"
"Arkadaşın olduğum için?" Dicle'nin mantığı işliyordu.
"Mantıklı ama bu yeterli değil." Ahsen, oyunu uzatıyordu.
Merakı daha da çoğalan Dicle, "İstediğin kıyafetimi giymene bir günlüğüne izin verebilirim," dedi.
Ahsen cıkladı. "Bu da yeterli değil."
"Tu çiqas xerab î?" diyen Dicle'ye Ahsen gözlerini açarak baktı. "Küfür mü ettin kızım?" Naz'a döndü. "Türkçeci, sen anlarsın, ne dedi?"
Naz, gözlerini devirdi. "Ben Kürtçe mi biliyorum Ahsen?!"
"Bir Türkçeci her şeyi bilmeli," bakışları Kayra'ya döndü. "Yanılıyor muyum?" Kayra gülerek başını iki yana salladı. "Kesinlikle yanılmıyorsun."
Naz, savunmaya geçti: "Ben sizin Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeninden olan beklentilerinizi karşılayamam."
Ahsen, onu kaale almadan Dicle'ye çevirdi tekrardan bakışlarını. "Ne dedin kızım? Ben sana Konya ağzı ile konuşuyor muyum?"
Bu sefer omuz silken Dicle oldu. "Konuş, sonuçta Konya ağzı anlaşılmayacak bir durum teşkil etmiyor."
Kayra, başıyla Dicle'yi işaret etti. "Haklı."
Ahsen, bu sefer topu Kayra'ya atarak, "Peki, Kayra? O hiç Laz ağzı ile konuştu mu? Ne bu ayrımcılık?" diye söylendiğinde, Dicle tebessüm ederek, "Kayracığım da Laz ağzıyla konuşabilir, bu durum da benim için bir sorun teşkil etmemekte," dediğinde Ahsen, usanmışlıkla geriye yaslandı. "Tamam, sen kazandın! Cinsiyeti erkek."
"Oha!" dedi Naz.
"Ne ara be?" demiş bulundu Kayra.
"Adı ne? Nerede okuyor? Nereliymiş?" diyen de Dicle'ydi.
"Önce ne dediğini söyle, öyle cevaplayacağım sorularını." Ahsen pazarlık yapıyordu.
"Ne kadar kötüsün dedim. Söyle artık!"
"Adı, Semih. Nerede okuyor veya nereli olduğunu bilmiyorum."
"Düzgünce anlat şunu," diyen Dicle'yle, Ahsen baştan sona olanları anlattı.
"Kaba herif!" diyen Dicle oldu, yüzünde şaşkınlık ve öfke karışımı bir ifade vardı.
Naz, yerinde doğruldu. Gözleri parlıyordu. "Ben de size bir şey anlatacağım."
"Ne oldu?" dedi Kayra.
"Dün bir çocukla tanıştım."
"Bahtsız Bedevi bir tek ben miyim ya?" diye isyan eden Dicle'yi hiçbiri takmadı. Naz anlatmaya devam etti.
"Çocuk, çok kibar biri, sohbeti güzel, her şeyi geçtim, kitap okuyor bu çocuk yahu!" dedi, son kelimelerini heyecanla söyleyerek.
"Bizim okuldan galiba?" diye fikir sundu Kayra.
"Evet, psikoloji bölümünden."
"Tanıyor muyuz acaba?" diyen Ahsen'e, Naz cevap verdi: "Evet, yani tanımıyorsunuz ama gördüğünüz biri."
"Oha!" dedi Dicle.
"Yuh!" dedi Ahsen.
"Kim?" dedi Kayra, merakla.
"Market alışverişinde Kayra'nın Instagram'ını aldığı çocuğun yanında bir çocuk daha vardı. Ben de tanıdığımı söylemiştim," diye mırıldandığı vakit Kayra gözlerini kocaman açtı. "Yok artık be! Arkadaşlarıma bak, bir de bana bak!"
Dicle, ağlamaklı konuştu. "Ne seni be! Ne seni, bana bak asıl. Ben hakikaten bahtsız bedeviyim!"
"Abartma Dicle, kahve döken çocuğa ne oldu?" diyen Naz'a, Dicle isyan etti: "Şaka mısın sen? O çocuk olmaz! Olamaz! Sizin karşılaşmalara bakın, bir de benim karşılaşmama bakın!"
"Ulen, Kayra'nın tanışması bir yağ reyonunda, benimkisi ise bir çiğköftecide oldu. En normalimiz Naz bence," diyen Ahsen'e Kayra yanındaki kırlenti fırlattı.
"Benimki karşılaşma bile değil! Sizin oyununuz! Ayrıca o çocuk olmaz! Olamaz!" dedi Kayra. Dicle, başını Kayra'nın omzuna koydu. "Olmaz, olamaz," diye söylenip durdu. Bunu daha çok kendi için dediğini hepsi biliyordu. Kayra gözlerini devirdi. "Peki, söyledin mi bunu çocuğa? Veya belli ettin mi?"
"Saçmalama Ahsen! Çocuğa ilgimi çekmiştin ama şimdi daha çok ilgimi çektin mi diyecektim?" Ahsen, gülerek "Bak sen, ilgisini daha çok çekmişmiş," dedi. Naz güldü. Dicle hâlâ ağlamaklıydı.
Evin zili çalmaya başladığında hepsi birbirine baktı. Hepsinin zihninde tek bir soru vardı: Kapıyı kim açacak?
"Ben öldüm!" diye ilk çıkışı yapan Kayra oldu.
"Kolum kopmuş olabilir lavabo sürtmekten," diyen Ahsen'di.
"Ev süpüreceğim diye bel fıtığı oldum galiba," diyen Dicle'yle, Naz ayaklandı. Yüzünde kaderine razı bir ifade vardı. "Anlaşıldı, bana kaldı."
Naz odadan çıktı. Kayra eline telefonunu alarak sosyal medyaya girdi. O sırada DM kutusundaki mesaj sayısını görüp oraya yöneldi. Mesajda sesini kıstığı kişinin mesajları da gözünün önüne düştü. Merak etmedi desem, yalan olurdu. Mesaj kutusuna girdi.
@dorukdemirkan: ikile ne kızım ya?
↪️@kayra_: Ne anladıysan o!
@dorukdemirkan: Pişt?
↪️@kayra_: Ney?
@dorukdemirkan: Madem konuşmayacaksın, neden aldın Instagram'ımı?
↪️@kayra_: Anlattık o kadar. Anlamıyorsan ben ne yapabilirim?
@dorukdemirkan: Hey!
@dorukdemirkan: Mesajlarımı yukarıdan mı okuyorsun?
↪️@kayra_: Hayır, hiç okumuyordum.
@dorukdemirkan: Saklanmak ha? 😂
@dorukdemirkan: İyi taktikmiş.
↪️@kayra_: Bizde taktik maktik yok oğlum. Bam! Bam! Bam! O kadar. Net!
@dorukdemirkan: Yalnız o nasıl efelenmek öyle.
↪️@kayra_: Laz kızıyım oğlum ben! Tersim pistir!
@dorukdemirkan: Of of hem de ne of.
↪️@kayra_: Çaktırtma ağzına!
@dorukdemirkan: Hâlâ ses soluk yok.
↪️@kayra_: Olması mı gerekiyordu?
@dorukdemirkan: O replik neydi?
↪️@kayra_: Hep yapmak istemiştim, nasip sanaymış.
@dorukdemirkan: Ulan anlamış değilim zaten.
@dorukdemirkan: Yazmayacaksan ne haltına gelip Instagram hesabı alırsın!
↪️@kayra_: Gerizekalı, o kadar anlattım. Biraz anlamayı denesen, anlarsın!
@kayra_, @dorukdemirkan'ı engelledi.
Instagram'dan çıkıp telefonu yana attı Kayra. "N'oluyor yahu?" Dicle'ye omuz silkmekle yetindi.
O sırada Naz girdi içeri. "Bir gittin pir gittin be bebeğim," dedi Ahsen.
"Gelen Seda abla, bizi beş çayına çağırıyor. 'O kadar temizlik yaptınız, yorulmuşsunuzdur, bekliyorum beş çayına,' dedi. Gerek olmadığını, teşekkür ettiğimizi söyledim ama dinlemedi."
Oturduğu yerden ayaklandı Ahsen. Gözleri parlıyordu. "Canım Seda ablam!" devam etti. "Banyo ilk benimdir!" diyerek hızla odadan çıktı.
"Ben de üzerimi değiştireyim," diyerek ikinci olarak odadan çıkan da Dicle oldu. Naz eline telefonunu aldı. Kayra başını geriye yaslayıp gözlerini kapattı.
Doruk Demirkan, sinirlerini alt üst etmişti! O kimdi de onunla öyle konuşabiliyordu! Haddini bilmeyene, öğretiriz evelAllah! Kayra'nın içinde fırtınalar kopuyordu, bu karşılaşma kesinlikle unutulmayacaktı.
*
Seda ablanın evinin misafirperver sıcaklığı, kapıdan içeri adım attıkları anda tüm yorgunluklarını silip süpürmüştü. Ahsen, gözlerinden çıkan kalp emojileriyle, adeta bir tabloya bakar gibi, sofranın zenginliğine ve güzelliğine dalmıştı. "Seda ablacığım, bu sofranın güzelliği ne?" Masanın güzelliği konusunda Ahsen'e hak vermemek mümkün değildi. Yaprak sarması, kısır, makarna salatası, açma ve poğaça tabağı, kakaolu kek, ekler pasta... her biri özenle hazırlanmış, sofraya baharın tüm renklerini taşımıştı. Ayrıca masanın bir köşesinde de koca bir demlik çay bulunmaktaydı. Tam Kayra ve arkadaşlarının kafa yorgunluğunu alacak, ruhlarını dinlendirecek bir şölen, hesabı.
Kayra, önündeki tabağına hepsinden az az koydu. İlk öncelik olarak makarna salatasından aldı. Tadı, beklediğinden de güzeldi; her lokma, ayrı bir lezzet şöleni sunuyordu. "Eline sağlık abla," dedi, samimi bir minnetle. Seda abla gülümsedi. "Afiyet olsun kızlar. Ne zaman isterseniz çıkın çıkın gelin bak. Ben de evde tekim, canım sıkılıyor hem."
"Sen böyle güzellikler yapacaksan ben her gün gelirim abla," diyen Ahsen'e, Dicle karşılık verdi, alaycı bir gülümsemeyle: "Kendisinin mutfakla pek alakası olmayınca..." Ahsen, gözlerini devirip kaldığı yerden yiyecekler ile aşk yaşamaya devam etti, sözlere kulak asmadan kendini lezzetli bir dünyanın kollarına bırakmıştı.
Naz, sessizce tabağındakileri yemekle meşgulken, Seda abla onu hedef aldı. "Naz'ım, sen nasılsın?"
"İyiyim, abla. Okul-ev arası gidip gidip geliyoruz. Seni sormalı?"
"Ben de iyiyim ablam. Tek sorun canımın sürekli sıkılması."
Dicle, "Abla, evin de boş kalmıyor. Gelenin gidenin de var," dedi.
Seda abla, içtenlikle gülümsedi. "Yeni evli olunca öyle oluyor ablam ama ben severim misafiri. Bak, birkaç gün misafir gelmedi. Can sıkıntısından patlayacaktım."
Ahsen, içten bir kahkaha attı. "İlahi Seda abla."
"Evlilik nasıl gidiyor abla?" diye sordu Kayra. Dicle ise gülerek, "Bizlere evlenme önerisinde bulunur musun yoksa aman aman uzak durun mu dersin?" dedi. Seda abla güldü. İlk olarak Kayra'ya baktı, gözlerinde parlayan bir mutluluk vardı. "Güzel gidiyor ablacım ya. Farklı bir hissiyat." Ardından Dicle'ye döndü. "Evlenin derim tabii ki Dicleciğim. Yuva kurmak güzeldir."
"Bakarız ya," diyen de Ahsen oldu, sanki bu konu onu pek de ilgilendirmiyormuş gibi.
Sohbetler eşliğinde yemeklerini yemiş, çaylarını içmişlerdi. Ortamda sıcak bir aile atmosferi hakimdi. Dicle'nin telefonu çalınca, masadan ayaklanıp odadan çıktı, sesini yükselterek konuşmaya başlamıştı.
Dicle, konuşması bittikten sonra tekrardan odaya girdi ve Kayra'nın yanına oturdu.
"Kim o Dicleciğim, sevgilin mi?" diye sordu Seda abla, merakla.
"Nerede, Seda abla. Annemler." Dicle, tek tek arkadaşlarına baktı, yüzünde hem bir şaşkınlık hem de hafif bir panik vardı. "Annemler geliyormuş!"
Çayından bir yudum alan Ahsen, "-muş?" dedi, kaşları havada.
"Babam ve annem." Dicle, durumun ciddiyetini vurguladı.
"Gelsinler güzelim," dedi Kayra, Dicle'yi rahatlatmak istercesine gülümsedi.
Ahsen, ağzına mercimek köftesi atmadan önce, gözlerinde muzip bir pırıltıyla sordu: "Yakışıklı aile bireylerin yok mu? Özellikle bekâr olanlar?"
Naz gözlerini devirdi, Seda abla ise gülerek cevap verdi: "Diyarbakır'a gelin gitme gibi hayallerin mi var Ahsenciğim?"
Ahsen, omuzlarını silkti. "Zenginlerse, düğünümde kilo kilo altın takılacak ise, ellerimi sıcak sudan soğuk suya sokmayacaklar ise, neden olmasın?"
Seda abla tekrar güldü. "Ah, Ahsen'im ah."
"Maalesef canım, aileme bu kötülüğü yaparak seni gelin olarak aldıramam," diyen Dicle'nin omzuna vurdu Ahsen. "Nasıl arkadaşsın sen!" Dicle omuz silkti, bu duruma alışkındı.
Sohbetler bir süre daha devam etmiş, ardından masayı toplamada Seda ablaya yardımcı olmuşlardı. Kahve için de kalmalarını istemişti ama onu da sonra için söz vererek kendi evlerine geçmişlerdi. Hepsi odalarına dağılmış, günün yorgunluğunu üzerlerinden atmak için hazırlanıyorlardı.
*
Kayra, okulunu, bölümünü çok seviyordu. Tıp Fakültesi, onun için bir tutkuydu, geleceğin kapılarını aralayan bir anahtardı. Lakin bu kadar zor olması da insanı yoruyordu. Dersten çıkmış, beyninin hücreleri adeta dans ediyordu dersin ağırlığı altında. Kütüphaneye gelmişti. Ders çalışması gerekiyordu.
Okuduğu ama bir türlü kafasına girmeyen paragrafı bir kez daha okudu. Cümleler, zihninde anlamsız bir melodi gibi yankılanıyor, bir türlü yerine oturmuyordu. Önemli bulduğu yerlerin altını çizdi. Paragrafta önemli gördüğü yerlerin üzerinde durdu ve biraz ezber yapmaya koyuldu.
Kafasını eğmiş, gözlerini kapatmış, yaptığı ezberleri kendi içinden tekrar ederken yan masasına bir defter koyuldu. Ardından yanındaki sandalye çekildi. Ve biri hemen yan tarafına kuruldu. Kayra, önemsemedi ve kaldığı yerden çalışmasına devam etmeye çalıştı lakin yanındaki şahıs her kim ise gözlerini ona dikmiş durumdaydı. Hissetmişti. Hatta fark etmişti. Belki çeker umuduyla bekledi ama bana mısın, demedi.
Kayra kafasını kaldırdı ve yanındaki şahsa baktı. Bu, o'ydu. Yağ reyonundaki Instagram'ını aldığı çocuk: Doruk.
Kaş göz işareti yaptı, 'Hayırdır?' anlamında.
"Ne kaş göz işareti yapıyorsun? Anlamıyorum." Doruk’un cevabıyla Kayra'nın omuzları çöktü. Şimdi yanında kızlardan biri olacaktı. Hemen anlamışlardı. Bu erkekler neden böyle? Neden bu kadar düz olmak zorundalar?
"Yanımda işin ne?" dedi Kayra, sesi kuru ve sertti.
Doruk, etrafına kısa bir bakış atıp Kayra'ya döndü. "Ortak bir alan."
Kayra başını salladı. "Evet, ortak bir alan. Sorum neden buradasın değildi. Yanımda işin neydi? İki soru arasında fark olduğunu düşünüyorum."
"Ortak alanda nereye oturacağımı, danışacak değilim." Doruk’un yüzünde muzip bir sırıtış vardı.
"Yanımda olmanı istemiyorum." Kayra'nın sesi keskin bir bıçak gibiydi.
"Tapulu malın olmadığı sürece karışamazsın," dedi Doruk, sırıtarak.
"İnsan hakları," dedi Kayra kısaca. Anladığını varsaydı. Doruk bekledi, bekledi. "Diyecek bir şey bulamadım," dedi. Kayra başını olumsuz anlamda iki yana salladı. Bunlar olmazdı, arkadaşlar. Onların bu erkeklerle işi vardı!
Kayra, onu umursamamayı tercih ederek, tekrardan konularına dönmek istedi. Ancak Doruk izin vermedi. "Mesajlarını gördüm ama istedim ki, yüz yüze konuşalım."
"Yüz yüze konuşabileceğimiz ne var?" Kayra'nın sabrı tükenmek üzereydi.
"Ne yok ki?" Doruk, bu oyundan keyif alıyor gibiydi.
"Doruk, ben açıklamalarımı yaptım. İnanmayan sensin. Evet, böyle bir hataya kalkıştım, hay kızların aklına uymaz olaydım ama uydum. Evet, yine haklısın, seni hiç olmayan bir şeye sürüklemiş gibi oldum. Bunun için de özür dilerim. Ama sen de açıklamalarımı duyunca bana sayıp sövüp engeli basman gereken yerde bu ısrarını anlamış değilim." Kayra'nın sesi yükselmeye başlamıştı.
"Kayra, neden böylesin?" Doruk nefes verdi. "Neden bu kadar zorsun?" Kayra, önünde açık duran kitabını kapattı, eşyalarını hızla toplayıp ayaklandı. "Ben en iyisi kalkayım, konu hiç istemediğim yerlere gidecek." Yanından geçip gidecekken Doruk kolunu tuttu. "Bundan bahsediyorum işte. Sadece kendi açıklamaların var. Sadece kendi düşüncelerin."
Kayra alayla güldü. Gözlerinde öfke kıvılcımları parlıyordu. "Pardon da sen kimsin? Benimle tanışalı ne kadar oldu da benim hakkımda böyle kanılara varır oldun!" Kolunu hırsla çekti. "İşine bak!" Bu sefer yanından geçip gitti.
"Gerizekalı!" diye mırıldandı içinden. "Kimdi o ya? Beni ne kadar tanıyordu da hakkımda atıp tutuyordu! Herkes yerini bilecekti kardeşim! Sadece kendi düşüncelerim varmış-mış! Hah, bak şuna! Sadece benim açıklamalarım varmış! Beyin yerine ne taşıyorlardı acaba?"
"Bence ben bunun üzerine çalışmalıydım. Bu erkekleri çözsek her şey hallolur gibiydi. Ya da hiç de umurumda olmaz!"
"Kayra, kızım bir dursana, hey!" Ahsen'in sesi yankılandı koridorda.
Kayra, ona seslenen kişiye döndü. "Ne var, Ahsen? Fakültem yolgeçen hanına döndü de benim mi haberim yok!" Ahsen kolunu tuttu. "Önce sakin olmayı dene güzel arkadaşım."
"Sakin falan olamam ben, yeterin ya! İnsan da kafa namına bir şey bırakmıyorsunuz." Kayra'nın siniri tepesindeydi.
"Otur şuraya." Ahsen, boş bir sınıfa girip Kayra'yı oturttu. Kayra, elindeki kitabı sinirle masaya bıraktı.
"Ne oldu? Kim delirtti Laz kızımı?" diye sordu Ahsen, alaycı bir gülümsemeyle.
"Gerizekalı gelmiş, beni tanıyor havalarına giriyor. Neymiş, sadece benim düşüncelerim önemliymiş. Hah!" Kayra, öfkesini kusuyordu.
"Kim?"
"Kim olacak, yağ reyonundaki çocuk!" Kayra sinirle devam etti. "Hayır, bir de benim fakültemde işi ne?"
"Belki o da sağlık okuyor," Ahsen'in cevabına Kayra omuz silkti.
"Sen neden gelmiştin?" dedi Kayra, biraz daha kendine geldiğinde.
"Dicle'nin ailesi gelecek ya, eve alışveriş yapmamız gerek. Dicle ve Naz'ın daha işleri bitmemiş. Ben de tek gidemem, malum, ne alacağımı kestiremiyorum. Seninle mi gitsek acaba diye düşünmüştüm."
"Dersim vardı balım, hastaneye geçmem gerekiyordu. Akşam halletsek olur mu?"
"Olur ya, neden olmasın. Ben işin yoksa diye dedim, benim işlerim bitmişti de."
"Maalesef güzelim ya." Kayra gülümsedi. "Tamam, bu kadar sorun değil. Sonuçta acil bir durum değil." Ahsen gülümsedi. Kayra, çantasından arabasının anahtarını çıkarıp Ahsen'e uzattı. "Senin işin bittiyse al arabayı, takıl kafana göre."
"Yok, araba lazım değil güzelim." Ahsen'in sesi netti.
"Ahsen," dedi Kayra uyarı niteliğinde, anahtarı alması için.
"Lazım olsa alırdım güzelim, biliyorsun," deyince, "Peki balım," dedi Kayra. Saatime baktı. Ders saati gelmişti. "Benim derse gitmem gerek güzelim, görüşürüz sonra." Ahsen gülümsedi. "Görüşürüz balım."
Birlikte sınıftan çıkıp farklı yönlere ilerlediler. Kayra'nın zihni, Arda'nın sözleriyle hala doluydu. Bu karşılaşmanın yankıları, onun düşüncelerinde uzun süre yankılanacaktı.
*
Dicle'nin WhatsApp'tan attığı, eve alınacaklar listesine şöyle bir göz gezdirdi Ahsen. Listenin maddeleri gözünde büyüse de, içten içe halledebileceğine inanıyordu. En azından düşüncesi bu yöndeydi. Elindeki market arabasını önüne alıp, reyonlar arasında ağır ağır dolaşmaya koyuldu. Marketin ışıkları, raflardaki ürünlerin renkleriyle dans ediyor, koridorlarda adeta bir labirent havası yaratıyordu.
Un reyonuna geldiğinde, elindeki listeye baktı. Liste, "un" maddesini içeriyordu. Ancak sorun şuradaydı ki, burada birçok farklı markanın unları yan yana dizilmişti; kimisi paketin üzerinde yazan “tam buğday” ibaresiyle dikkat çekerken, kimisi de “çok amaçlı” vaadiyle göz kırpıyordu. Şimdi hangisini alması gerekiyordu? Aralarındaki fark neydi? Ahsen, bir türlü karar veremedi. Cep telefonunu çıkarıp Dicle'yi aradı ama telefon açılmadı. Birkaç kez daha denedi, ancak sonuç hüsrandı; telefon, yankılanan sessizlikle meşgul çalmaya devam ediyordu. Ardından Naz'ı aradı, o da bakmamıştı telefona. Son çaresi olarak Kayra'yı aramaktı. Onu da aradı ama araması meşgule atıldı.
Ahsen, derin bir of çekti. Ne olurdu azıcık dahi olsa şu mutfak işlerinden anlasa! Kendini öyle bir okumaya vermişti ki, ev işleri, mutfak telaşı onun dünyasında uzak birer kavram olarak kalmıştı.
En iyisi hepsinden almak diyerek, yan yana duran üç farklı markalı, onar kilogramlık un çuvallarını market arabasına koydu. Tam ilerleyecekken adını duydu. Kulaklarında yankılanan tanıdık sesle irkildi: "Ahsen!"
Arkasını dönünce onu gördü. Semih'i. Geçen gün çiğköftecideki o kaba ama bir o kadar da çekici adam, şimdi karşısında, bir market reyonunda belirmişti.
Semih, hızlı adımlarla Ahsen'in yanına geldi. Yüzünde samimi bir gülümseme vardı. "Selam."
"Merhaba," diye mırıldandı Ahsen, sesinde hafif bir şaşkınlık vardı. İçinden "Görüşmesek daha iyiydi," ifadesinden sıyrılmaya çalışarak, "Ah, ben de ben de," dedi.
Semih, Ahsen'in market arabasına bir bakış attı. Kaşları hafifçe kalktı, yüzünde alaycı bir ifade belirdi. "Üç tane un mu? Hem de on kilogramlık."
Eh, haklıydı. Otuz kilogram unu ne yapacaktı ki? Bir anlık panikle, hızlıca bir bahane uydurması gerekiyordu.
"Şey," diye kekeledi, zihni hızlıca senaryo üretiyordu. "Ev arkadaşlarım var, biz hamur işini severiz. Sıklıkla kullanıyoruz. Almışken üç tane birden alayım dedim." Bence iyi atmıştı, yüzündeki kendinden emin ifadeyle bu yalanı desteklemeye çalışıyordu.
"Anladım," dedi Semih. Ahsen'in yalanına inanmış gibiydi, ya da inanmak istemişti; tam olarak verecek bir cevap bulamamıştı.
Ardından devam etti. "Tek mi çıktın alışverişe?" Ahsen başını olumlu anlamda salladı. "Kızların dersleri vardı, anlayacağın bana kaldı." Yüzünde hafif bir yorgunluk ifadesi vardı.
"Birlikte devam etmeye ne dersin?" Semih'in sesi teklif doluydu.
Ahsen, yanlış duymayı umarak, "Anlamadım?" dedi. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Semih, teklifini tekrarladı. "Ben de birkaç bir şey alacaktım. Birlikte yapabiliriz alışverişi, ne dersin?"
Ahsen, içinden "Olmaz derdim," diye geçirse de, sesi farklı bir karşılık verdi: "Peki madem." Kader, ona yeni bir oyun oynuyordu sanki.
Lakin çocuğa rezil olmasa iyiydi! Otuz kilogram un bahanesinin ardından, şimdi de market koridorlarında onunla birlikte dolaşma ihtimali Ahsen'i hem heyecanlandırıyor hem de geriyordu. Bu alışveriş, sıradan bir iş olmaktan çıkıp, beklenmedik bir maceraya dönüşecekti.
3: "Her karşılaşma, kaderin fısıltısı; her sohbet, ruhun dansı. Hayat, beklenmedik anlarda örülen mucizelerle dolu bir serüven."
Hukukun kalın, soluk sayfaları önümde duran anayasa kitabında sıralanırken, zihnim ise başka bir yerdeydi. Bugün dersim olmadığı için okula gitmemiş, fakat evde de duramayarak kendimi sokağın o davetkar kollarına bırakmıştım. Adımlarım beni kütüphaneye götürmüş, sabah erkenden bir masa kapmayı başarmıştım. Etrafı saran o huzur dolu sessizlik, öğrenmenin ve düşünmenin atmosferi, benim için her zaman bir liman olmuştu.
Kafamı tekrardan önüme eğecekken, dikkatimi çeken kişiyle gözlerimi kısarak daha iyi baktım. Hayır ama ya! Bu, o çocuktu. Sürekli karşıma çıkan çocuktu. Yanındaki kişiye bakındım. Yanındaki de Arda'ydı. Kayra'ya Instagram'ını aldırmış olduğum çocuktu. İkisi yan yana burada işleri neydi? Elbette ders çalışmaya geldikleri belliydi fakat konuşmalarına bakacak olursak da yakın arkadaş gibi duruyorlardı. Acaba aynı bölümde miydiler? Zihnimdeki sorular, bir anayasa maddesi gibi sıralanıyordu.
Kafası bu tarafa dönecek gibi olunca hemen kafamı eğdim ve önümdeki anayasalardan birini daha ezberlemeye koyuldum. Onun bölümünden bana neydi ki? Karşıma çıkıp durmasın, benden uzak dursun, yeterliydi. Sanki evren, beni bu çocukla sınamaya karar vermişti.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Bana uzun sayılacak bir süre geçmişti bence. Birkaç madde daha ezberlemiştim, kitaba bakmadan yanımda duran boş A4 kâğıdına aklımda kalan maddeleri tek tek yazdım ve ardından kitaptakiler ile karşılaştırdım. Çok şükür be! Ezberleyebilmiştim. Unuttuğum tek bir kelime bile yoktu. Oturduğum yerde esnedim. Belim tutulmuş olabilirdi. Kitapların ağırlığı, omuzlarıma çökmüş gibiydi.
Masamın üzerinde ters çevrili duran telefonumun yüzünü çevirdim. Sessize almıştım. Birçok bildirim vardı, şöyle bir göz gezdirdim; önemli bulduğum bir mesaj yoktu. Saate bakındım. 13.13. Bu aynı gelen saatlerin bir anlamı vardı değil mi? Batıl inanç olarak inandığımız o şeyler. Merakla internete girerek araştırdım. Merak bazen hiç iyi olmuyordu.
'13.13 Saat anlamı - Seninle konuşmaya utanıyor.'
Tesadüf müydü? Bence de tesadüftü. Başka bir açıklaması olamazdı. Ama dedim ya, merak işte! Devamını okumaya koyuldum.
'Sevdiğin kişinin seninle konuşmak istediği bir konu var ancak bunu seninle konuşmaya utanıyor. Bu durumu içine atmış ve kendine büyük bir dert hâline getirmiş. Bu sorunları acilen çözmeniz gerekiyor, birbirinize daha açık olmalısınız.'
O benim sevdiğim değildi bir kere! Tabii utanırdı, utanması da gerekiyordu! "Abart Dicle, abart!" diye mırıldandım kendi kendime. Hah! İçine dert mi olmuştu? İyi olmuştu!
Arama butonundan çıktım. Tam karşımda oturan ona baktım. Arda'ya bir şeyler anlatıyordu, jest ve mimikleriyle adeta sahneye çıkmış bir oyuncu gibiydi. Kafamı iki yana salladım. Bir kahve molası versem iyi olacaktı. Eşyalarımı masada bırakmayı tercih ederek ayaklandım. Tamamen kalkmış olsam anında bu masayı kaparlardı. O sebepten sadece çantamı ve telefonumu alarak kütüphaneden çıktım. Zihnimde hala o batıl inançların yankıları vardı.
Kütüphanenin yan tarafında bulunan kafeye girdim ve görevliye kahve siparişimi vererek kasada beklemeye koyuldum. Buradaki hafif müzik sesi, kütüphanenin sessizliğinden sonra kulağıma bir melodi gibi geliyordu. Kahvemi alıp geri masama dönmem gerekiyordu.
Etraftaki insanları incelerken, yanımda duran ve o tanıdık sesi duymamı sağlayan kişi konuştu. "Bir tane Latte alabilir miyim?" Kafamı ağır çekimde yana çevirdim. Ah, yine bu çocuk! Karşımdaki kişi, dün kütüphanede bana çarpan, daha doğrusu benim çarptığım ve üzerine kahve döktüğüm o çocuktu. Kader, bu sefer gerçekten benimle oyun oynuyordu.
Oralı olmamaya çalışarak, etrafı incelemeye devam ettim. Ta ki, "Konuşabilir miyiz?" diyen sese kadar.
"Konuşacak bir durum olduğunu düşünmüyorum," dedim, sesim soğuk ve kesindi.
Bedenini bana çevirdi. "Konuşacak bir durumun olduğunu düşünüyorum. İki defa karşılaştık ve hiç istemediğim gibi sonuçlandı. Bu sefer hiçbir aksilik olmadan konuşsak, kendimi ifade etme fırsatı versen?" Gözlerinde samimi bir istek vardı.
"Kendini ifade edecek bir durum da yok! Evet, hiç istenmeyen şekillerde karşı karşıya geldik ve bence genelinde tek bir suçlu vardı, o da sendin! Ama geldi, geçti, gidiyor. Daha da konuşacağımız bir konu yoktur!" dediğimde sesim biraz yükselmişti.
Aramıza giren bir diğer ses, "Hanımefendi, kahveniz hazır," dedi. Kahvemi almadan önce kasadaki çocuğa parasını ödedim. Cüzdanımı geri çantama koyup kahvemi alacağım sırada anlamadığım bir şekilde kahve elimden kaydı ve yanındaki çocuğun refleksi iyi olmasaydı eğer üzerine inmiş bulunmaktaydı. Kahvenin buharı, havada asılı kalmış, adeta benim şaşkınlığımı yansıtıyordu.
Bir yere saçılan kahveye bir de yanındaki çocuğa baktım. Şaşkınlık içerisindeydim. "Ben..." dedim ama devamını getiremedim. Daha yeni beridir çocuğa demediğim kalmamışken şimdi ne diyebilirdim ki? Sözcükler boğazımda düğümlenmişti.
Gülümsedi. O sıcak, içten gülümsemesi, gergin havayı dağıttı. "Sorun değil, olur böyle şeyler. Hem çok sayılmasa da ödeştik bence. Hm, ne dersin?"
"Ben gerçekten özür dilerim," diyebildim, sesimde pişmanlık vardı. Kasada bize tuhaf bakışlar atan çocuğa döndü. "Kahvenin aynısından alabilir miyiz?"
"Tabii efendim, ben şimdi orayı da temizlettiriyorum."
"Teşekkürler." Benim yerime çocukla konuşarak hallettirmişti. Beni hafifçe kolumdan tutarak kenara çekti ve burada çalışan bir diğer kişi de benim daha yeni döktüğüm kahveyi temizledi. Ortamdaki gerginlik, yavaş yavaş eriyordu.
"Oturalım mı?" Daha iki dakika önce hiç artistlik yapmamışım gibi, "Olur," dedim. Kendime bile şaşırmıştım.
Boş bir masaya geçip oturdular, hemen ardından çalışanlardan biri gelip kahvemi bıraktı. Adını daha bilmediğim çocuk, "Bir saniye," diyerek masadan kalktı ve kısa bir süre sonra masaya geri döndü. "Ben tekrardan özür dilerim, nasıl kaydı elimden bilemedim," Dicle gülümsedi. "Oluyor öyle, bazen nasıl olduğunu anlamadan kazayla gerçekleşiyor. Hem şöyle düşün, ödeştik." Duraksadı. "Tabii benim iki defa yapmama karşılık olur mu bilemedim şimdi," dediğinde yerimde küçülmek istedim. Ben hiç bu kadar anlayışlı olmamıştım ona karşı. Ayrıca her defasında özür dilemiş, mahcubiyetini söylemesine rağmen tersleyip durmuştum. Sanki hata yaptığımı fark etmem için bu olay bir sebep olmuştu, bir aydınlanma anı gibi.
Kendimi toparlamaya çalışarak, "O zaman baştan tanışalım," diyerek elimi uzattım. "Dicle Barzan," dedim. Tebessümü bir saniye bile yüzünden eksilmeden, elimi tuttu ve "Alp Arıkan," dedi. Gülümsedim. "Memnun oldum Alp."
"Ben de memnun oldum, Dicle." Ellerini geri çekerken aklıma kütüphanede bırakmış olduğum eşyalarım geldi. "Kütüphanede eşyalarım kaldı benim de. Alıp gelsem," diye söylendiğimde, "Masa numaranı söylemen yeterli, arkadaşım Arda eşyalarına sahip çıkacaktır," dedi Alp, sesindeki rahatlıkla.
"Beş numaraydı ama zahmet olmasın arkadaşına," dedim. Alp başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Sorun olmaz." Telefonundan Arda olduğunu tahmin ettiğim kişiye bir mesaj atarak telefonunu geri masaya bıraktı.
"Hangi bölümdesin Dicle?" Alp, sohbeti yumuşatmaya çalışıyordu.
"Hukuk okuyorum. Sen?"
"Bilgisayar Mühendisliği."
"Güzelmiş," dedim. "Senin bölümün de güzelmiş." Aramızda sessizlik oluştu. O sırada kafede çalan şarkı kulağıma çalındı. Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı" şarkısı çalıyordu. Sözleri, o anki ruh halime sanki bir göndermeydi.
Alp boğazını temizledi. "Dicle, ben gerçekten özür dilerim. Her iki karşılaşmamızın da böyle olmasını istemezdim."
Sözü devralarak, "Üçüncünün de öyle olmasını istemezdim," dediğimde ikisi de aynı anda gülmeye başladılar. Bu gülüşme, aralarındaki buzları eritmiş gibiydi. "Bence o konuyu kapatalım, dediğin gibi ödeştik."
Alp başını salladı. O sırada kafeye Arda girdi, elinde kendi ve Dicle'nin eşyalarıyla birlikte. Alp'i görünce onların masasına geldi. Dicle'yi tanımıştı, bakışlarından anlamıştı. "Sen?" Bakışları Alp'e döndü. "Alp?"
"Kardeşim?" dedi Alp de.
"Tanışıyor musunuz siz?" Dicle'nin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
"Eh, yani," cevabını verdi Arda. Ardından ekledi. "Siz nereden?"
"Sana anlattığım kızın arkadaşı," dedi Arda, Dicle için. "Neyse ben eşyalar için geldim, benim acil işim çıktı. Buyurun eşyalarınızı," diyerek masaya bıraktı.
"Teşekkür ederiz," dedi Dicle.
"Sağ ol kardeşim," dedi Alp. "Eyvallah," dedikten sonra yanlarından ayrıldı Arda.
"Demek Kayra'nın arkadaşısın," dedi Alp, yüzünde bir tebessümle.
"Öyle," Dicle kahvesinden bir yudum aldı. "Siz de aynı bölümden mi tanışıyorsunuz?"
"Yok hayır, Arda Yazılım Mühendisliği okuyor. Ortak dersler sebebiyle tanışmıştık. Konularımız da az çok benzer olduğu için yeri geliyor birlikte ders çalışıyoruz. Öylelikle yakın arkadaş olduk."
"Anladım," dedi Dicle. Ardından aklına takılan soruyu sordu. "Sizin şu mesele ne? Arkadaşın, arkadaşımın önce Instagram'ını alıp sonra neden bir şeyler yapmadı?"
"Çünkü o kendi isteğiyle alma gibi bir durum olmadı." Alp'in kaşları merakla yukarı kalktı. "Nasıl yani?"
Dicle, olayı kısaca anlattı. "Kayra da arkadaşına kaç defa anlattı ama pek inanmak istemedi arkadaşın."
"Aslında..." dedi Alp, sesi biraz kısıktı. Dicle merakla "Aslında?" dedi. Bir şeyi deyip dememek arasında kalmış gibiydi. "Bizim oğlan sizinkinin tavırlarından hoşlanmış, belki de ondan inanmak istememiştir," sonra kendi kendine mırıldandı. "Bunu demesem iyi olacak gibiydi."
Dicle dudaklarını birbirine bastırdı. "Kayra'nın sert tavırları her zaman birilerini kendine çekmiştir."
Saatine baktı. Artık kalksa iyi olacaktı. "Bana müsaade," dedi. Eşyalarını toparlanıp ayaklandığında, Alp "Dicle?" dedi.
"Efendim."
"Instagram hesabını alsam sorun olur mu?" Olmazdı bence. "Telefonunu alayım," der demez, Alp hemen uygulamaya girip arama yerine geldi ve Dicle'ye uzattı. Dicle hesabını girip geri verdi. "Teşekkür ederim," dedi Alp, gülümsemekle yetindi Dicle. Ardından kasaya geçerek, kahve parasını ödemek istemişti ama kasadaki çocuk, "Yanınızdaki beyefendi ödedi," dediğinde Dicle tekrar masaya döndü. Bakışları hala üzerindeydi. "Teşekkür ederim," dediğinde, "Ne demek, her zaman," dedi Alp. Vedalaşarak yanından ayrıldı.
Dicle, kafeden ayrılırken bir anda düşündü. Ben daha yeni ne yaşamıştım? Bu karşılaşma, sıradan bir günün ötesine geçmiş, hayatına beklenmedik bir renk katmıştı. Sanki kaderin ördüğü bir ağa takılmıştı.
*
Naz, öğleden sonra dersinin olmamasını fırsat bilerek, kendini üniversiteye yakın olan o meşhur kitapçının büyülü atmosferinde bulmuştu. Burası, onun için sadece bir dükkan değil, aynı zamanda hayallerinin ve sonsuz bilginin kapısıydı. Yeni bir kitap alması gerekiyordu, çünkü sadece üç gün önce aldığı kitap çoktan bitmiş, sayfalar arasındaki yolculuğu tamamlanmıştı. Geri vermeli kitap almayı sevmiyordu, çünkü hayatının en büyük hayallerinden biri; bir gün kendi evine çıktığında bir odayı tamamen kitaplarla doldurmak, kişisel bir kütüphaneye çevirmekti. Bu yüzden, okumak için alacağı kitapları ücretli alıyor, daha sonrasında da kendisinde kalmasını istiyordu. Her kitap, bu hayale atılan bir adım, geleceğe yapılan bir yatırımdı.
Kitaplar arasında adeta bir kelebek gibi dolaştı; Edebiyat raflarına göz gezdirdi, Dünya Klasikleri arasında gezindi, bilim kurgu ve polisiye kitaplarına göz attı. Her birinin kokusu, dokusu, kapak tasarımı onu ayrı bir dünyaya çekiyordu. Hepsini almak istiyordu lakin bu şu an mevcut bir durum değildi. Bütçesi ve zamanı buna el vermiyordu. Bir tanesinde karar kılması gerekiyordu; ruhuna en çok dokunanı, zihnini en çok meşgul edeni seçmeliydi.
Kitaplara dalmışken, arkasından gelen tanıdık bir sese kulak kabarttı. "Naz?" Kalbinin atışını hızlandıracak, ruhuna dokunacak bir sesti bu. Yavaşça arkasını döndü ve tam karşısında bir adımlık mesafeyle duran Hamza'ya baktı. Gülümsemesi, yüzünde bahar çiçekleri açtırmıştı. "Merhaba!" Hamza da gülümsedi, onun yüzündeki gülümseme, etrafa sıcak bir ışık yayıyordu. "Merhaba! Yine kitaplar bir araya getirdi bizi."
Naz, şöyle bir etrafına bakış attı, kitapların sarmaladığı bu büyülü atmosferde. Gülümsemesi daha çok genişledi. En sevdiği yerde onunla karşılaşmak, elbette çok mutlu ederdi kendisini. "Bence şu an olabileceğimiz en güzel yerdeyiz," dedi, sesi adeta bir şarkı gibiydi. Hamza kararlılıkla başını salladı. "Kesinlikle katılıyorum sana."
"Sen de mi kitap almaya gelmiştin?" diye sordu Naz, naif sesiyle.
"Evet, elimdeki kitaplar bitti." Hamza devam etti. "Ama bu sefer alacağım kitap psikolojiye dayalı olacak. Biraz da kendi bölümümle ilgili okumalar yapmam gerekli. Sen bu sefer hangi tür okuyacaksın?"
Naz, omuzlarını silkti. "Hepsi çok güzel ve ben ne okuyacağıma karar veremedim."
Hamza çekingen bir şekilde sordu, sesinde hafif bir merak vardı. "Yardımcı olabilir miyim sana peki?"
Naz hevesle başını salladı. Konu kitapken yaptığı veya yapacağı hareketleri düşünemiyor, heyecanıyla atlıyordu. "Elbette."
Hamza, Edebiyat alanına ilerledi. Gözleri raflarda dolaşırken, bulmak istediği kitap anında gözüne çarptı. Kitabı aldı ve Naz'a uzattı. "Okumuş muydun?"
Naz, kitabın kapağına baktı. Jane Austen'ın "Gurur ve Önyargı"sı.
"Okumaya fırsat bulamadığım kitaplardan biri," cevabını verdi.
"O zaman mutlaka okumalısın," dedi Hamza, gözlerinde parlayan bir ışıkla.
"Konusu nedir peki?" diye soran Naz'a, Hamza, kitabın ruhunu anlatan kelimelerle cevap verdi: "Gurur ve Önyargı, kadınların evlilik konusunda söz söyleme ve miras hakkına karşı yazılmış değerli bir eleştiridir. Romandaki 'kız kardeşlik' kavramı ve kardeşler arasındaki dayanışma, Jane Austen'ın, İngiliz Edebiyatı'nın önemli feminist kadın yazarlar arasında gösterilmesinin nedenlerinden biridir."
Naz, aldığı cevap karşısında ne diyeceğini bilemedi. Anladığı kadarıyla bu kitap feministliği anlatıyordu ve Hamza bir erkek olarak bu kitabı okumuş, şimdi de Naz'a mı öneriyordu? "Yok artık!" dedi Naz içinden. Her defasında daha ne kadar şaşırabilirim, diye düşündü. Bu düşünceleri az çok yüz ifadesinden de anlaşılıyordu ve Hamza da bu durumu fark ederek gülümsedi. "Ben kadınların çok güçlü olduklarını düşünen biriyim. Yeri geldiklerinde bizim yaptığımız her işi yapabilecek bir kabiliyetleri var. Dünyamızda ne kadar erkek güçlü, kadın güçsüz gibi algılansa da aslında kadınların, erkeklerden daha çok güçlü olduklarını, duygularını daha iyi yönetebildiklerini düşünüyorum."
Naz kendine engel olamadan, "Şaka mısın?" dedi. Sesindeki şaşkınlık ve hafif alay açıktı. Hamza kahkaha attı, kitapçının koridorlarında yankılanan bu neşeli ses, etrafa neşe saçtı. Tabii sonradan ne dediği kafasına dank etmişti fakat duyan duymuştu bir kere. "Şey, yani ben..." Duraksadı. Ne diyeceğini bilemedi. "Bu kitabı okuyacağım," demekle yetindi, yüzünde hafif bir kızarıklık vardı. Hamza gülümsemesini durdurdu ve elini Naz'a uzatarak, "Peki bu kitabı sana hediye olarak ben alsam?" teklifinde bulundu. Naz kafasını iki yana salladı. "Bunu kabul edemem," dedi. Hamza üstelemek istemedi, başını eğdi. Naz, önünden geçerken, "Görüşürüz," diye mırıldandı.
"Naz, okuduktan sonra kritiğini birlikte yapar mıyız?" diyen Hamza'ya, "Olur tabii," dedi Naz. Hamza bu haberle daha çok gülümsedi ve "Görüşürüz," dedi. Naz hızla ilerleyerek, kitabın parasını ödemek için kasaya geçti. Kalbi dörtnala koşuşturmaya devam ediyordu; bu beklenmedik karşılaşma, ruhuna adeta bir melodi çalmıştı.
Ahsen, evlerinin balkonundan, İstanbul'un eşsiz manzarasını seyrediyordu. Boğazın dingin suları, silüeti süsleyen tarihi yapılar, her biri ayrı bir hikaye fısıldıyordu. İzlemesine izliyordu fakat aklı hiç buralarda değildi. Dün, Semih ile birlikte yapmış olduğu alışverişi düşündü. Yılışık bir çocuktu fakat bir o kadar da tecrübeli mi demeliydi? Mutfak alışverişinden bir erkeğe göre gayet iyi anlıyor, hangi marka iyidir biliyor, meyve ve sebzenin en iyisini almayı becerebiliyordu. Bir erkeğin yapabildiği bu durumu ise Ahsen, eline yüzüne bulaştırmayı başarabiliyordu. Ancak çocuğu takdir etmişti. Dünkü alışverişte fazlasıyla yardımı dokunmuştu. Hatta akşam kızlar gelince mutfağa girerek kontrol yaptıklarında bir an bu başarıyı Ahsen'e ait sanarak hem şaşırmış hem de sevinmişlerdi lakin bu sevinçleri Ahsen'in gerçekleri gün yüzüne çıkarana kadar sürmüştü. Tabii bu konuda da fazlasıyla dalga konusu olmuştu, kahkahalarla anlattığı anları hatırlıyordu.
Mutfağa geçerek, ocağa koyduğu suya baktı. Isınmıştı. Büyük, kulplu bir bardak çıkardı ve içine sallama çaylardan olan ada çayını koydu, üzerine sıcak su döktü. Bitki çayının buharı, mutfağın havasını sarmıştı. Bu sırada evin dış kapısının açıldığını işitti. Kızlardan biri gelmişti. Neden sonra mutfak kapısında Kayra gözüktü, yüzünde yorgunlukla karışık bir tebessüm vardı. "Merhabalar efendim."
Ahsen gülümsedi. "Merhaba, merhaba." Önündeki bardağı işaret etti. "İçer misin?"
"Hayır demem, üzerimi değiştirip geliyorum." Kayra, hızla odasına doğru ilerledi.
Ahsen, ona da yapmak üzere işe koyulduğu vakit, mutfaktan çıkan Kayra'nın arkasından seslendi. "Balkona gel!" Her bir şeyi hazır edip eline aldığı iki bardak ile balkon yolunu tuttu. Boş bulduğu yerlere bardakları koydu. Balkon kapısından Kayra göründü ve yanına gelip oturdu. "Ne yapıyorsun Ahsen Hanım?"
"Aynı be!" dedi Ahsen, içten bir sesle.
Kayra, gülümsedi. "Dün biz sana öyle takıldık. Darılmadın değil mi?"
Ahsen omuzlarını silkti. "Ondan falan ne darılacağım güzelim. Takıldığınızı elbette biliyorum." Sesinde zerre kadar kırgınlık yoktu.
Kayra, bitki çayından bir yudum aldı. "Sen de ne var ne yok?" diye sordu Ahsen.
"Bu tıp ne zormuş be!" dediğinde Ahsen gülmeye başladı.
"Dişçilik de kolay değil hani," dedi Ahsen, alayla.
Kayra, Ahsen'in omzuna hafifçe vurdu. "Sus kız! Sanki çok çalışıyormuş gibi davranma."
"Aa, teessüf ederim Kayra Hanım, emek veriyorum ben bölümüme, siz görmüyorsunuz!" Ahsen'in sesi şakayla karışık bir sitemle yükseldi.
"Tabii tabii!" Kayra, devam etti. "Şu çocuk vardı ya, neydi adı Samet miydi?"
Ahsen sırıttı. "Semih, Semih!"
"Hah, Semih! Siz hayırdır ya? Dün çok fazla da sormak istemedim. Dicle'yi biliyorsun, ayrıntılarına inmek ister." Kayra'nın gözleri merakla parlıyordu.
Ahsen omuzlarını silkti. "Aramızda herhangi değişik bir durum söz konusu değil. Öyle tesadüfler eseri karşılaşıyoruz. Gelişiyor öyle olaylar." Sesindeki umursamazlık, aslında düşündüklerini gizlemeye çalışıyordu.
Kayra "Hm?"ladı, yüzünde hala bir soru işareti vardı. Ahsen bu sefer arkadaşına döndü. "Asıl sen anlat Kayra Hanım? Ne ayak şu Arda?"
"Ay hiç sorma! Çocuk musallat oldu. Gitmeyi bilmiyor. Açıklıyorum, diyorum, böyleyken böyle oldu ama yok, anlamıyor." Kayra'nın sesi isyan doluydu.
Ahsen aklında oluşan fikri dile getirdi, gözleri kısılmıştı. "Belki anlamak istemiyordur." Ahsen'in yapmış olduğu imayı elbette anlamıştı Kayra. Hiç bu açıdan düşünmemişti. Aklındaki sorular ile "bilmem ki," dedi. Böyle bir durum olabilir miydi? Arda, aslında her şeyi anlamış olduğu halde bu inadı, Kayra ile tanışmak istemesi miydi?
Ahsen, biten bardağıyla içeri geçmeden önce arkadaşının omzuna dokundu. "Bu durumu bir düşün derim." Ardından balkondan çıktı. Aklında acabalar ile baş başa bıraktığı Kayra kalmıştı. Gözleri, uzaklara, İstanbul'un karmaşık siluetine takıldı.
Hiç ummadığımız, beklemediğimiz anlarda karşımıza insanlar çıkardı. Kimi iyi niyetli olur, kimi kötü niyetli olurdu. Fakat karşımıza çıkan insanlar ya bize ders olurdu ya da bize hediye olurdu. Bilemezdik. O kişiyi hayatımıza dahil etmeden bilemiyorduk. Tıpkı şu an bu balkon sohbetinde olduğu gibi, her karşılaşma, yeni bir kapı aralıyor, bilinmezliğe doğru bir adım daha atılıyordu.
*
Dicle o sabah, kalbi adeta bir kuş gibi çırpınarak, heyecanla uyanmıştı. Bugün, canından çok sevdiği annesi ve babası geliyordu. Onları çok özlemişti. Dicle, ailesine düşkündü; dışarıdan yapı olarak ne kadar sert, duvarları aşılmaz görünse de aslında içi hiç öyle değildi, bir yanı naifti Dicle'nin. Çabuk üzülürdü, gözlerinde beliren o hüzün bulutuyla çabuk kırılırdı. İçine atanlardandı Dicle; tüm acılarını, kırgınlıklarını, sessiz bir nehir gibi içinde akıtırdı.
Hatta bazen kendisine şaşırmadan edemiyordu, ailesinden ayrı buralara nasıl okumaya gelmişti. Ama babası, o bilge adam, "Git kızım," demişti. Gözlerinde yanan ışıkla, "Git, oku. Bu ülkeye, bu millete faydan dokunacak işler yap!" sözleriyle onu yüreklendirmişti. Dicle de babasına hak vererek, bu umut dolu şehre gelmişti. Okulunu en iyi şekilde bitirecek, eline hâkimliğini alacak, adaletin eli olacaktı. Bu milletin hâkimi olacaktı, kadınların gücü, mazlumların sesi olacaktı. Kendine ve en başta da babasına sözü vardı, bu yolda azimle yürüyecekti.
Yatağını özenle toparladı, günün ilk ışıklarını penceresinden içeri buyur ederken. Dolabından siyah pantolonunu, yeşil kazağını çıkarıp hızlıca giyindi. Saçlarını alttan topladı, günlük telaşın ilk adımlarını atıyordu. Telefonunu alarak odadan çıktı, günün getireceklerine hazırdı.
Dicle mutfağa geçerek, mis gibi kokularla dolu bir kahvaltı hazırlamaya koyulduğu vakit, bir taraftan da telefon rehberinden annesini bulup aradı. İki defa çalan arama açılmıştı. "Güzel yavrum," annesinin o sıcak, şefkat dolu sesi, kulaklarında bir melodi gibi yankılandı.
"Anneciğim, günaydın!" dedi Dicle, sesi sevinçle doluydu.
"Günaydın güzel yavrum. Kalktın mı?"
Domatesleri yıkarken söylendi. "Yeni kalktım annem, kahvaltı hazırlıyorum. Siz neredesiniz?"
"Biz de Ankara'ya geldik kızım, inşaallah öğleden sonraya orada oluruz diye düşünüyoruz," annesinin sesi hafif bir yorgunluk barındırıyordu.
"Hızlı mı geliyorsunuz anne? Bak dikkatli gelin lütfen!" Dicle'nin sesi endişeyle doluydu.
"Yok, annem, babanı bilmiyor musun sen? Hızlı mı kullanır o, yavaş yavaş geliyoruz. Erken çıktık, onun avantajı oldu."
Domatesleri doğrarken, "Öyle olsun bakalım," dedi. Devam etti. "İstediğiniz yemek var mı? Yapayım, hm?"
"Yok, annem, biz oraya seni görmeye geliyoruz. Ne yemeği?" Annesinin sesi şefkatle doluydu.
"Aa, olsun annem. O zaman babamın sevdiği yemeklerden yaparım ben." Annesi güldü, o içten kahkahası Dicle'nin ruhunu ısıttı. "İyi madem. Yorma kendini, yolda gelirken istediğiniz bir şeyler var mı?"
"Yok, annem, dikkatli gelin yeter."
"Tamam, tamam, görüşürüz. Babanın da selamı var."
"Aleykümselam, sen de selam söyle. Sizi seviyorum."
"Biz de seni güzel kızım." Telefonu kapatarak kenara koydu ve kaldığı yerden işine devam etti.
Birçok şeyi hazır etmişti bile. Masanın üzeri, taptaze peynirler, zeytinler, renk renk sebzelerle şenlenmişti. Tam çayı demlerken, evin dış kapısı anahtarla açıldı. Dicle, şöyle bir baktı araya, gelenin kim olduğunu görmek için ama bir şey göremedi. Sadece fısır fısır gelen konuşmalar mevcuttu. Fakat ne denildiğini anlamıyordu. Çaydanlığı tekrardan ocağa koydu ve mutfaktan çıktı.
Ah! Bir de ne görsün? Naz ve Naz'ın kucağında bulunan yavru bir kedi. O minicik, pamuk yumağı kedi, Naz'ın kollarında adeta bir prenses gibi duruyordu.
"Naz?" dedi Dicle, sesi şaşkınlıkla karışık bir tonla.
Naz, sevimli olduğunu düşündüğü bir gülümseme bahşetti. "Dicle?" Kediyi işaret etti. "Minik bir misafir."
O sırada banyodan çıkan Ahsen ve odasından çıkan Kayra da aralarına katıldılar. İkisi de bir Naz'a bir kediye bakıyorlardı, gözlerinde hem merak hem de hafif bir tedirginlik vardı. Ahsen, Naz'a elinde korkunç bir cisim varmış gibi bakarak, "Naz, o elindekini yavaşça yere bırak!" Hepsi 'Ne diyorsun?' bakışları atınca ne dediğini fark ederek bağırdı. "Hayır! Hayır! Yere bırakma! Hemen dışarı bırak. Çıkart hayvanı evden!" Sesi adeta bir kedi çığlığı gibi yankılandı.
Kayra, "Sakin güzelim," dediğinde, Ahsen Kayra'ya üzgün bakışlar attı. "Sakin olamam, siz benim kedi fobimi bilmiyor musunuz?" Naz'a döndü. "Nasıl getirirsin bunu bile bile?"
Dicle yüzünü buruşturdu. "Bir de ağla istersen, Ahsen!"
Ahsen, Dicle'yi duymamış gibi yaparak, "Naz, şu hayvanı evden çıkar!"
Naz, kucağındaki yavru kediye baktı. Beyaz tüyleri, araya serpilmiş kahve tüyleriyle etrafa masum bakışlar atıyordu. Gözleri, adeta yardım dileniyordu. "Ama kötü durumdaydı. Onu nasıl dışarıda bırakabilirdim?"
Dicle, olaya el atarak, durumu sakinleştirmeye çalıştı: "Şöyle yapalım, Kayra, siz Naz ile birlikte hemen bir veterinere gidip gelin. Ahsen, sen de mutfağa gel ve bana yardım et." Planı, stratejik bir hamle gibiydi.
"Bu güzel şeyi evde besleyemez miyiz?" diye soran Naz'a ilk tepki Ahsen'den geldi. "Olmaz! Ben kedilerle anlaşamıyorum!"
"Alışırsın," diye umut etti Naz, sesinde hala bir umut kırıntısı vardı.
Ahsen, kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı, bu konuda taviz vermeye niyeti yoktu.
Kayra, "Tamam, onu sonra düşünürüz. Hadi herkes işin başına!" diye son noktayı koyduğunda; Ahsen, kediden en uzak noktayı tercih ederek hızlı hareketlerle mutfağa geçti. Dicle, 'bunlardan olmaz' bakışlarıyla mutfağa geçtiğinde, Kayra ve Naz evden çıkmaya hazırlandı, kucağında o masum tüylü misafirle.
Kedi Macerası ve Dostluğun Gücü
Kayra ve Naz veterinere gitmiş, kedinin tüm her şeyine baktırmışlar ve aşılarını da yaptırmışlardı. Naz'ın düşüncesi, bu minik canlının onların evine bir sıcaklık katabileceğiydi, onu eve alabilmekti. Bu fikri Kayra'ya da söyledi. "Bu kedi, evimizde olsa olmaz mı?"
Kayra arabayı kullanırken Naz'ın kucağında uyuyan kediye baktı. Masumiyeti, tüm yorgunluklarını alıp götürüyordu sanki. "Ben ve Dicle için sorun değil güzelim ama Ahsen korkuyor."
"Alıştırsak," dedi Naz, son direnişlerini dile getirmeye çalışarak. Sesi, bir çocuğun masum isteği gibiydi.
"Bir de bunu Ahsen'e anlat," dedi gülerek Kayra. "Bulacağız bir çaresini," diye söylenen Naz'a, "Destek çıkarız güzelim merak etme," dedi Kayra. Ahsen'i de korkularının üzerine gitmesinde yardımcı olmuş olurlardı hem. Belki de bu kedi, Ahsen'in korkularını yenmesine vesile olurdu.
Kayra, sitenin otoparkına arabasını park etti. Naz, kucağındaki kedi ile arabadan indiği vakitte, aklına gelen düşüncelerle Kayra'ya dönerek, "E biz bu kedi için hiçbir şey almadık," dedi. Gözlerinde hafif bir telaş vardı.
"Önceliğimiz Ahsen olsun Naz'ım. Sonrası kolay," dedi Kayra. İki arkadaşının da üzülmesini istemiyordu. Orta yolu bulmakta Dicle ile kendisine kalıyordu. Tabii bu görevi en iyi yapabilecek kişi elbette Dicle'ydi, onun diplomatik zekası bu tür durumlarda her zaman işe yarardı.
Evde de durumlar farklı sayılmazdı. Ahsen, kahvaltıyı hazırlayana kadar Dicle'nin başının etini yemişti. Söylendiği her kelime, kedilere olan fobisinin bir dışavurumuydu. "Naz geri alıp gelmez kediyi değil mi? O hayvanlar çok korkunç oluyorlar. Hem evdeki her eşyayı mahveder." Söylenip duran Ahsen'e, "Ah, yeter!" diye çıkışan Dicle nihayet susturabilmişti. "Bir dur kızım, kedinin geri geldiği yok. Öyle bir durumda da gerekeni düşünürüz."
"Haklısın," diye sessizliğe gömülen Ahsen ile bu sefer Dicle'nin canı sıkılmıştı. Arkadaşlarının üzülmesine, kırılmasına dayanamıyordu. Ahsen'in yanına vararak, arkadan ona sıkıca sarıldı. "Hem belki kedinin gelmesi, korkularını yenmeye de yardımcı olur," diye bir fikir verdiğinde, "Olabilir aslında ama istemsiz bir şekilde çekiniyorum," diye mırıldanmıştı Ahsen. Sesindeki çekingenlik, hala devam eden korkusunun bir göstergesiydi.
Dicle, kedi konusunda iyi fikirler öne sürerek bu duruma Ahsen'i ayarlamaya çalışıyordu. Çünkü Naz'ı da çok iyi tanıyor ve o kediyi geri eve alıp gelme gibi durumu vardı. Naz'ın kararlılığı, Dicle için bilinen bir gerçekti.
Kahvaltı sofrası hazırdı. Ahsen, kesilmiş ekmekleri de masaya koyduğu vakit kapı çaldı. Dicle, kapıyı açtı ve tam tahmin ettiği gibi Naz'ın kucağında görmüş olduğu kedi ile bakışlarını Kayra'ya çevirdi. 'Ne yapacağız?' gibisinden bir soru vardı gözlerinde. Kayra, omuz silkmekle yetinmişti, sanki tüm sorumluluk Dicle'ye aitmiş gibi.
Naz, kucağındaki kedi ile mutfak kapısında durarak Ahsen'e baktı. Gözlerinde masum bir umut vardı. "Balım, bu minik bizimle durabilir mi?" Naz'ın bu davranışı Kayra ve Dicle'yi memnun etmiş, Ahsen'i ise düşünmeye sevk etmişti. Kalbinde bir terazi kurulmuştu; bir kefesinde arkadaşının isteği, diğerinde kendi korkuları.
Ahsen şöyle bir düşündü. Arkadaşı bu kediyi istiyordu ve kendi korkularından dolayı arkadaşını üzmeyi de hiç istemiyordu. Alışabilir miydi? Belki deneyebilirdi. İçindeki ses, "Neden olmasın?" diyordu. "Ben ona alışana kadar benden uzak dursun yeterli," demesiyle Naz yüzündeki tebessüm ile Ahsen'e hayali bir öpücük atmış, "Teşekkür ederim balım," demişti.
"Bu iş de çözüldüğüne göre kahvaltı yapabilir miyiz? Ben çok acıktım da," diye ortaya giriş yapan Kayra ile hepsi bu fikri onaylamıştı. Ortam, yeniden eski neşesine kavuşmuştu.
Naz, kediyi kendi odasına götüreceği vakit Dicle konuştu. "Naz bu arada annem tüylere dokunamaz. Onlar varken de odanda kalsın." Naz kafasını olumlu anlamda salladı. "Tamam balım."
"Müsait olduğumuz ilk vakitte de kedinin tüm ihtiyaçlarını alalım," diyen Kayra'yı da onaylayarak, kediyi odasına götürmüştü. Kızlar da masaya oturmuşlar, Naz'ın gelmesiyle de kahvaltıya başlamışlardı.
Böylelikle kedi vakası da çözülmüştü. Hayat, beklenmedik misafirlerle, bazen korkularla, bazen de büyük bir sevgiyle doluyordu. Ve bu kızlar, her ne olursa olsun, birbirlerine destek olarak bu hayatı güzelleştirmeye devam ediyorlardı.
*
Kahvaltılarını afiyetle yaptıktan sonra, dört genç kız hep bir elden sofrayı topladılar. Mutfaktan gelen şen kahkahalar, günün ilk ışıklarıyla birlikte evin her köşesine yayılıyordu. Kayra ve Naz, minik kedi dostlarının ihtiyacı olan eşyaları almak için yeniden yola koyulurken; Dicle ve Ahsen de evdeki eksik malzemeleri tamamlamak üzere kapıdan çıktılar. İstanbul'un hareketli sokakları, onları yeni maceralara çağırıyordu.
Dicle ve Ahsen, alışverişlerini tamamlayıp eve döndüklerinde, Ahsen odasına çekilecekken Dicle onun kıyafetinin arkasından nazikçe tutup mutfağa çekti. Ahsen, şaşkınlıkla, "Benim mutfakta işim ne?" diye sorguladı. Dicle, muzip bir gülümsemeyle, "Hem bana yardımcı olacaksın hem de yemek nasıl yapılır öğrenmiş olacaksın, bence kârlı bir durum," dedi. Ahsen de bir yerden başlaması gerektiğini düşünerek bu teklifi kabul etmişti. İkisi de önce odalarına çekilip rahat kıyafetlerini giymiş, sonra mutfağa gelerek işe koyulmuşlardı. Ahsen, mutfak atmosferine neşe katmak adına şarkı açmayı da ihmal etmemişti; en sevdikleri pop şarkıları, mutfak duvarlarında yankılanıyordu.
"Peki, şefim, menümüz nedir?" sorusuyla Ahsen, Dicle'nin mutfak derslerine başlamaya hazırdı. Dicle, ona yemek yapmanın inceliklerini anlatırken, mutfakta kahkahalar ve lezzetli kokular birbirine karışıyordu. Domateslerin doğranışından, baharatların ahengine kadar her detay, Dicle'nin sabırlı ve öğretici tavrıyla bir şölene dönüşüyordu. Ahsen, ilk başta mutfakta bu kadar eğleneceğini hiç düşünmemişti. Dicle'nin sabırlı anlatımı ve pratik ipuçları sayesinde, yemek yapmanın aslında o kadar da zor olmadığını, aksine bir sanat olduğunu fark ediyordu. Parmak uçları, sebzelerin dokusunu, unun yumuşaklığını keşfederken, yüzünde masum bir öğrencinin heyecanı beliriyordu.
Naz ve Kayra, kedinin ihtiyacı olan her bir eşyayı alıp eve geldiklerinde, kapıdan içeri adım atar atmaz mutfaktan gelen nefis kokular onları karşıladı. Buram buram yayılan yemek kokusu, burunlarını şenlendirmişti. Dicle ve Ahsen, yemekleri neredeyse bitirmişlerdi; mutfak tezgahı, hazırlanan lezzetlerle doluydu. Naz, "Vay canına, burası adeta bir gurme restoranına dönmüş!" diye hayranlıkla bağırdı, gözleri parlıyordu. Kayra ise, "Bu kokulara kim dayanabilir ki? Ellerinize sağlık!" diyerek mutfağa doğru ilerledi, karnının gurultusunu duymuştu bile.
Hep bir elden ev temizliğine girişilmiş, her köşeye sinen bahar kokusuyla ev, adeta yeniden nefes almıştı. Tam işleri bittiği vakitte Dicle'nin annesi ve babası gelmişlerdi. Kapıdan içeri adım attıklarında, evdeki neşeli atmosfer ve mis gibi yemek kokuları onları karşıladı. Dicle'nin annesinin gözleri, kızının ve arkadaşlarının bu sıcak yuvasına sevgiyle baktı.
Büyük bir sofra kuruldu, her biri özenle hazırlanmış yemeklerle donatılmıştı. Herkes yerini aldı, aile sıcaklığı tüm sofraya yayılmıştı. Dicle'nin annesi, "Yemekler harika kızlar, ellerinize sağlık," dediğinde Dicle tebessüm etmiş, gözleri parlamıştı. "Ahsen'in marifetleri anneciğim," diyerek arkadaşına iltifat etmişti. Arkadaşının yapmış olduğu bu ince davranışa karşı utangaçlıkla gülümsedi Ahsen, yüzünde hafif bir kızarıklık belirdi. Dicle'nin annesi, Ahsen'e dönerek, "Kızım, el lezzetin harika. Ellerine sağlık," dedi. Ahsen, teşekkür ederken, Dicle'nin babası, "Bu gençlerin enerjisi ve uyumu, sofraya da yansımış. Her şey çok güzel," diyerek sohbete katıldı, sesi bilge ve huzur doluydu.
Yemekler yenirken, tatlı sohbetler edildi, anılar paylaşıldı ve bol bol kahkaha atıldı. Dicle'nin ailesi, Ahsen, Naz ve Kayra ile tanışmaktan çok memnun olmuşlardı. Onların samimiyeti ve sıcaklığı, evdeki atmosferi daha da güzelleştirmiş, adeta bir aile tablosu çizmişti. Yemekten sonra, hep birlikte çay içildi ve tatlılar yenildi. Gece geç saatlere kadar süren bu keyifli buluşma, herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm bırakarak sona erdi.
Kütüphane Kesişimi ve Bir Aşkın Romanı
Naz, Boğaziçi'nin asırlık çınarlarının gölgelediği yolda yürürken, elindeki romanın son satırları zihninde yankılanıyordu. Sonbaharın hafif rüzgarı, saçlarını okşarken, yaprakların hışırtısı adeta kitaptaki fısıltılara eşlik ediyordu. Türk dili ve edebiyatının derin sularında kulaç atarken, hayal gücü de en az okuduğu satırlar kadar zengindi. Kitabın kahramanlarıyla birlikte bambaşka diyarlara yolculuk etmiş, aşkın, hüznün ve umudun izlerini sürmüştü. Romanın son sayfasına geldiğinde, gerçekliğe dönmek biraz hüzün verse de, kütüphanenin büyülü atmosferine sığınmak için sabırsızlanıyordu. Kütüphane, onun için bir sığınak, bir bilgi mabediydi.
Kütüphanenin ağır ahşap kapılarından içeri girdiğinde, rafların arasında kaybolmuş bir ruh gibi kitapları incelerken Hamza'yı gördü. Psikoloji bölümünün derinliklerinde kaybolmuş bu genç adam, Naz'ın kalbini ilk karşılaşmalarında olduğu gibi yine heyecanlandırmıştı. Kitaplar üzerine yaptıkları o uzun sohbetler, edebiyatın ve psikolojinin kesişiminde kurdukları o eşsiz bağ, Naz'ın zihninde taptaze anılar olarak canlandı. Hamza'nın varlığı, kütüphanenin sessizliğini bile bir melodiye çeviriyordu.
Naz, Hamza'ya doğru attığı her adımda, kalbinin ritmi biraz daha hızlanıyordu. Sanki zaman yavaşlamış, kütüphanenin sessizliği bile bu heyecanın sesini bastıramamıştı. Hamza'nın yanına yaklaştığında, onun da elinde bir kitap olduğunu gördü. Gözleri, kitabın satırlarında kaybolmuş, yüzünde derin bir düşünce ifadesi vardı. Adeta kitabın dünyasında yaşıyordu.
Naz, sessizliği bozmak istemese de, içindeki merak duygusu ağır bastı. "Ne okuyorsun Hamza?" diye sordu, sesi kütüphanenin sessizliğinde yankılandı.
Hamza, başını kitaptan kaldırıp Naz'a baktı. Gözlerinde, kitapların dünyasından gerçekliğe dönmenin şaşkınlığı vardı. Yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. "Kusura bakma lütfen. Seni fark etmedim. Dostoyevski'nin 'Karamazov Kardeşler'ini okuyorum. İnsanın ruhunun derinliklerine inen, sarsıcı bir eser."
Naz'ın gözleri parladı. "Dostoyevski... Onun eserleri, insan ruhunun karmaşıklığını öyle güzel anlatır ki. Psikolojiyle edebiyatın kesiştiği o noktada, insanı derinden etkiler." Sesi, kitaba olan tutkusunu yansıtıyordu.
Hamza gülümsedi. "Kesinlikle. Seninle bu konuları konuşmak ne kadar keyifli biliyor musun? Sanki kitaplar, aramızda görünmez bir köprü kuruyor."
Naz da gülümsedi. "Aynen öyle. Kitaplar, bizi birbirimize bağlayan, ruhlarımızı besleyen en güzel dostlar."
İkili, kütüphanenin rafları arasında dolaşırken, kitaplar üzerine sohbet etmeye devam ettiler. Edebiyatın ve psikolojinin derinliklerinde kaybolurken, zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar bile. Kütüphanenin sessizliği, onların kelimeleriyle bir melodiye dönüşmüş, kitapların kokusu ise bu melodiye eşlik eden bir parfüm gibiydi. Her bir raf, ayrı bir dünya sunuyordu onlara.
Naz ve Hamza, kitapların büyülü dünyasında birbirlerini keşfederken, edebiyatın ve psikolojinin kesişiminde kurdukları bu eşsiz bağın, onları bambaşka bir yolculuğa çıkaracağından habersizdiler. Belki de bu, onların da kendi romanlarının başlangıcıydı.
Hastane Koridorları ve Kırık Kalbin Rotası
Ahsen, staj yaptığı hastanenin bembeyaz koridorları, onun için hem bilginin hem de yorgunluğun labirentiydi. Günün yorgunluğu omuzlarına çökerken, son hastasını da uğurladıktan sonra, koridorlarda dolaşırken, uzaklardan tanıdık bir ses duyar gibi oldu. Dikkat kesildiğinde, bu sesin kaynağının Semih olduğunu fark etti. Hastane ortamında onu görmek, oldukça şaşırtıcıydı.
Semih, danışmana bir şeyler sorma çabasındayken, yüzündeki karmaşık ifade Ahsen'in dikkatini çekti. Ahsen, onun bu haline tebessüm ederek yanına ilerledi. "Burada işin ne?" diye sordu, sesi merakla karışık bir tondaydı.
Semih, Ahsen'in sesini duyunca gözleri parladı. Sanki aradığı cevabı bulmuş gibiydi. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. "Ben de bu ülkenin bir vatandaşı değil miyim, belki hastalandım."
Ahsen, "Elbette bu mümkün, lakin burası diş üzerine, farkında mısın?" diye sordu, kaşları havada. Diş hastanesinde onu görmek, sıradan bir tesadüf gibi değildi.
Semih, yüzünü buruşturarak, "Oradan salak gibi mi görünüyorum?" dediğinde Ahsen dudaklarını büzdü. "Imm, belki..." Sesi şakayla karışık bir alayla doluydu.
Semih her zamanki gibi oyunculuğunu konuştararak, elini kalbine götürdü. "Duydun mu?" diye sordu, sesinde sahte bir acı vardı. Semih'in yapmak istediğini anlamayan Ahsen, "Neyi duydum mu?" dediğinde Semih muzip bir ifadeyle söylendi. "Kalbimin kırılma sesini."
Semih'in verdiği cevap üzerine bu sefer yüzünü buruşturan Ahsen olmuştu. "Gerçekten hastaysan gel seni bir doktora yönlendireyim," dedi, sesi ciddiydi.
"Sen doktor değil misin? Hem ben belki senin hastan olmak istiyorum," Semih'in son sözlerindeki anlam tamamen gerçeklikten uzak, ima dolu bir anlamdı. Ahsen elbette bunu anlamıştı; Semih, flörtöz tavırlarından vazgeçmiyordu. "Mesai saatim doldu," diyerek net cevabı veren Ahsen'i de elbette ki Semih de anlamıştı. "Tamam, madem öyle açık konuşalım, burada tam olarak seni arıyordum."
Ahsen, kaşlarını kaldırdı. "Neden?"
Semih, muzip bir gülümsemeyle cevap verdi. "Kalbimin rotası beni buraya getirdi. Hem, bir çiğ köfte dükkânında başlayan hikâyemizin, hastane koridorlarında devam etmesi de kaderin bir cilvesi olsa gerek." Sözleri, sanki bir film sahnesinden fırlamış gibiydi.
Ahsen, Semih'in bu romantik tavrına hafifçe gülerek başını iki yana salladı. "Peki, oyunculuğunu da sergilediğine ve beni bulduğuna göre, seni dinliyorum."
"Belki bir kahveye hayır demezsin diye düşündüm." Semih'in gözlerinde umut vardı.
"Hayır demeyeceğimi sana düşündüren nedir?" Ahsen, meydan okuyordu.
"Kalbimin rotası seni bulmamda yardımcı oldu. Kalbimin sesi de hayır demeyeceğini söylüyor."
"Üzgünüm oyuncu bey, size hayır diyeceğim." Ahsen'in sesi kararlıydı.
Ahsen, Semih'in yanından ayrılırken Semih de onunla beraber ilerlemeye başladı. "Neden ama?" dedi, vazgeçmeye niyeti yoktu.
Ahsen, Semih'in sorusuna kısa cevap verdi. "İşlerim var." Aslında Ahsen'in işleri yoktu fakat bu teklifi hemen de kabul etmek istememişti; biraz ağırdan almak, merak uyandırmak istiyordu.
"O zaman başka zamana?" Israrını sürdüren Semih'e, "Belki... Haberleşiriz," dedi. Semih ayağına gelen fırsatı değerlendirmek isteyerek, "Numaran yok ama," demişti. Ahsen gülümsemiş ve "Numaraya ne hacet, sen kalbinin rotasını takip et, o sana nerede olduğumu gösterir," demiş ve hızlı adımlarla yanından ayrılmıştı. Semih o an anlamıştı ki, sert bir kayaya çarpmıştı fakat yine de bu durum fazlasıyla hoşuna gidiyordu. Ahsen'in bu tavrı, onu daha da etkilemişti. Bu, sadece bir kovalamaca değil, aynı zamanda bir zeka oyunu gibiydi.
*
İstanbul'un tarihi Sahaflar Çarşısı, Dicle ve ailesini adeta bir zaman tüneline sokmuştu. Her bir köşe, asırlar öncesinden gelen fısıltılarla doluydu. Raflar arasında kaybolmuş, eski kitapların sararmış sayfalarından yayılan o eşsiz kokularla sarhoş olmuşlardı. Buram buram tarih kokan bu atmosfer, zihni geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarıyordu. Dicle'nin babası, elinde sararmış sayfaları olan, zamanın ve bilginin ağırlığını taşıyan bir divan şiiri kitabını incelerken, gözleri mısraların derinliğinde kaybolmuştu. Annesi de Osmanlıca yazılmış, her kelimesi bir sır perdesi gibi duran eski bir yemek kitabını merakla karıştırıyordu, gülümsemesi yüzünden eksik olmuyordu.
"Kızım, bak bu kitapta ne yazıyor," dedi babası, sesi yumuşaktı, Dicle'ye divan şiiri kitabını uzatarak. Dicle, eski yazıyı okumaya çalışırken, annesi de onlara yaklaştı. "Bu yemeklerin isimleri ne kadar da ilginç," dedi, gülümseyerek. "Belki de İstanbul'da bu yemekleri yapan bir yer buluruz." Bir hayal kurmuştu annesi, bir lezzet yolculuğu.
Dicle'nin gözleri parladı. "Anne, ne güzel olur," dedi, sesi annesinin hayaline eşlik ediyordu. Kitapların derinliğinden çıktıklarında, aile Boğaz'ın kıyısına doğru yürüdü. Akşam güneşi, gökyüzünü ve denizi altın rengine boyamıştı. Güneşin batışıyla birlikte, Boğaz'ın suları adeta parıldıyordu; her dalga, bir ışık oyunu sergiliyordu. Dicle, ailesine Boğaz'ın eşsiz güzelliğini anlatırken, kalbinin bir köşesinde yine Diyarbakır'ın o kendine has özlemi vardı. İki şehir, ruhunda dans ediyordu.
"Bu Boğaz, ne kadar da görkemli," dedi babası, denize doğru bakarak. Gözleri ufukta kaybolmuştu. "Ama Diyarbakır'ın o düzlükleri, o uçsuz bucaksız ovaları da bambaşka," dedi Dicle, sesi özlemle doluydu. Kendi köklerine olan bağlılığı, her kelimesinde hissediliyordu.
Annesi, kızının elini şefkatle tuttu. "Kızım, sen hem İstanbul'un güzelliklerini yaşa, hem de Diyarbakır'ı kalbinde yaşat," dedi. "İki şehir de senin evin, iki şehir de senin memleketin." Annesinin sözleri, Dicle'nin kalbine bir merhem gibi dokundu, ruhundaki ikilemi hafifletti.
Dicle, annesinin sözleriyle duygulandı. "Haklısın anne," dedi, sesi titriyordu. "İki şehri de seviyorum, ikisi de benim için çok değerli." O an, iki şehrin de ruhunda nasıl birleştiğini hissetti.
Boğaz'da, serin rüzgarın estiği bir çay bahçesine oturdular. Çaylarını yudumlarken, İstanbul'un ışıkları yavaş yavaş yanmaya başladı, şehri bir yıldızlar denizi gibi aydınlatıyordu. Dicle, ailesiyle birlikte bu anın tadını çıkarırken, kalbindeki hem İstanbul'a hem de Diyarbakır'a duyduğu sevgiyle doluydu. Her yudumda, bu iki şehrin ruhuyla harmanlanıyordu.
Boğaz'ın serin esintisi, akşam ezanının melodisiyle birleşirken, Dicle'nin babası en yakın camiye doğru yöneldi, duaların çağrısına kulak vermişti. Annesi ve Dicle, Boğaz'ın ışıkları altında baş başa kalmışlardı. Annenin gözlerinde, kızına duyduğu sevgi ve merakın ışıltısı vardı; sanki gözleriyle Dicle'nin iç dünyasını okumaya çalışıyordu.
"Kızım," dedi annesi, Dicle'nin elini tutarak, sesi şefkatle doluydu, "Hayatında biri var mı?"
Dicle'nin yanakları hafifçe kızardı, bir anlık şaşkınlıkla. "Anne," dedi, gülümseyerek, "Şu an öyle bir durum yok."
Annesi, kızının bu cevabıyla yetinmedi. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. "Ama," dedi, imalı bir gülümsemeyle, "Sanki bir şeyler seziyorum. Anlat bakalım, kim bu çocuk?"
Dicle, annesinin meraklı bakışlarına dayanamadı ve anlatmaya başladı. "Adı Alp," dedi, sesi hafifçe değişmişti. "Aslında çok garip bir şekilde tanıştık. İlk karşılaşmamızda, yanlışlıkla kahveyi üzerime döktü. Sonra da sürekli bir yerlerde çarpışıp durduk. En sonunda, oturup düzgünce sohbet edebildik." Anlatırken, o anları yeniden yaşıyordu.
Annesinin gözleri parladı. "Demek öyle," dedi, muzipçe gülümseyerek. "Peki, bu sohbetin devamı olacak mı?"
Dicle, annesinin bu imalı sorusuna karşılık, "Anne," dedi, "Şu an sadece arkadaşız. Ama... bilmiyorum, belki de ileride ne olur, belli olmaz." Sesinde hafif bir tereddüt, belirsiz bir umut vardı.
Annesi, kızının bu cevabından memnun kalmıştı. "Kızım," dedi, sesi bilgeceydi, "Senin mutluluğun benim için her şeyden önemli. Ama unutma, her zaman ilk önceliğin kendin olacaksın. İlk önce kendine değer vereceksin."
Dicle, annesinin sözleriyle duygulandı. Gözleri nemlenmişti. "Anne," dedi, "Sen benim en iyi arkadaşımsın. Her zaman yanımda olduğun için teşekkür ederim."
Annesi, kızının saçlarını okşadı. "Seni seviyorum, kızım," dedi, sesi anne şefkatiyle doluydu. "Senin mutluluğun, benim mutluluğum."
Akşam ezanının sesi, Boğaz'ın sularında yankılanırken, anne ve kız arasındaki bu samimi sohbet, İstanbul'un büyülü atmosferine ayrı bir anlam katmıştı. Bu an, sonsuza dek hafızalarına kazınacaktı.
Derslerin yorucu temposundan sonra, Kayra'nın ruhu bir nefes arıyordu; zihni, tıp fakültesinin ağır konularından uzaklaşmaya can atıyordu. Sınıftan çıktığı an, ona seslenen sesle duraksadı. Bu, aynı sınıfta olduğu Yasemin'di. "Kayra, nasılsın?" Yasemin'in sesi samimi ve içtendi. Kayra hafif bir tebessümle karşılık verdi. "Teşekkürler, iyiyim. Sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim. Okulumuz bir süredir sosyal sorumluluk projesi yürütüyor, duydun mu bilmiyorum ama," dedi Yasemin. Kayra şöyle bir düşündü. Üniversitede bazı öğrenci toplulukları vardı fakat hiçbiri ilgisini çekmediği için girmeyi düşünmemişti lakin sosyal sorumluluk projesini duyduğunu hatırlamıyordu.
"Duyduğumu hatırlamıyorum," diye Yasemin'e cevap verdiğinde Yasemin gülümsedi. "Yakup hoca sınıfa duyurmamı istemişti, sen de o gün gelmediğin için söylemek istedim."
"Teşekkür ederim. Peki bu proje nasıl bir şey? Herkes katılabiliyor mu?" Kayra'nın sesi merakla doluydu. Yasemin başını olumlu anlamda salladı. "Elbette, herkes katılım sağlayabiliyor. Gruplara ayrılıyor, her grubun başında grup başkanları olmakta. Verilen projeler üzerine çeşitli şeyler yapılmakta."
"Anladım, bu projeye nasıl katılım sağlayabilirim?" Kayra'nın ilgisi artmıştı.
"Yakup hocaya bu durumu bildiriyorsun, o seni yönlendirecektir." Kayra tekrardan gülümsedi ve teşekkür ederek Yasemin'in yanından ayrılarak, Yakup hocanın odasına doğru yöneldi. Adımları, yeni bir kapıya doğru gidiyordu.
Odanın önüne geldiğinde kapıyı çaldı ve 'gel' komutu üzerine içeriye girdi. İçerisi, derslerin aksine, daha sıcak bir havaya sahipti. Ancak Yakup hocanın yalnız olmadığını fark etti. Karşısında uzun boylu, mavi gözleri okyanus kadar derin, açık kahve ve altın sarısı tonlarında parıldayan saçları olan bir genç duruyordu. Kaşları yüzüne keskin bir ifade veren açık kahve tonlarına hâkimdi. Bu genç adamın duruşunda bir asalet vardı.
"Hocam, müsait misiniz?" diye sordu Kayra, sesi hafifçe çekingendi.
"Evet, Kayracım," dedi Yakup hoca, gülümseyerek.
"Hocam, sosyal sorumluluk projesi varmış, ben de bu projenin üyesi olmak istiyorum. Yasemin size gelmemi söyledi." Kayra, heyecanla dile getirdi isteğini.
"O zaman tam vaktinde gelmişsin," Yakup hoca, masanın köşesinde duran kâğıtlardan birini alıp Kayra'ya uzattı. "Bunu hemen doldur, Can da buradayken seni gruplardan birine yönlendirsin."
Kayra başını olumlu anlamda sallayıp hocanın elindeki kâğıdı ve kalemi alarak hızla gerekli bilgileri doldurdu. Kalemi kâğıtta dans ederken, yeni bir başlangıcın heyecanını yaşıyordu. Kâğıdı hocaya uzattığı sırada Can, "Onu ben alayım," diyerek kâğıdı aldı. "Can, sen Kayra ile ilgilen."
Can, hocayı onayladı ve Kayra ile birlikte odadan çıktı. Koridorda ilerlerlerken, Can, adımlarını kesti ve yönünü Kayra'ya dönerek elini uzattı. "Merhaba, ben Can, veteriner bölümünde üçüncü sınıfım." Bu tanışma faslı Kayra'ya ne kadar komik gelse de sadece tebessüm etmiş ve Can'ın elini tutarak, "Kayra ben de. Tıp öğrencisiyim işte," dedi.
"Ne güzel," ilerlemeye devam ettikleri sırada Kayra merakla, "Şimdi nereye gidiyoruz?" diye sordu.
"Mühendislik fakültesine."
"Neden?"
"Bizim proje için bir oda verdiler. Orada gerekli belgeler mevcut. Bir bakalım hangi grupta boşluk varsa seni oraya ekleyelim."
Mühendislik fakültesine ilerlerken Kayra da aklındaki soruları sormaya devam ediyordu. "Bu gruplar farklı alanlarda mı çalışıyor? Yani her birine farklı projeler mi geliyor?"
"Şöyle oluyor, projeler bize gelmiyor, biz proje üretiyoruz. Gruptaki kişilerin bölümleri aynı olacak diye bir durum söz konusu değil. Herkes farklı bölümlerden veyahut aynı bölümden olabiliyor. Belli zamanlarda gruplar kendi aralarında toparlanır ve projeler bulur. Bu projeyi grup başkanı Yakup hocaya sunar ve onun da onayıyla bu projeler gerçekleştirilir. Hatta bazı zamanlar gruplar arası yarışmalar düzenlenir ve hangi grup daha iyi proje çıkarmış o belirlenir." Can'ın anlatımı, Kayra'nın ilgisini çekmişti.
"İyiymiş, sevdim," Kayra'nın cevabına hitaben Can, "Projelerde yer aldıkça inan daha çok seveceksin," dedi. Mühendislik fakültesine girdiklerinde Can'ın yönlendirmesiyle odaya ilerlerken, onları birlikte gören Doruk ise istemsizce kaşlarını çatmıştı. Yüzündeki ifade, hoşnutsuzdu. Yanındaki arkadaşına geleceğini söyleyerek, Can ve Kayra'yı arkadan takip ederken proje odasına girdiklerini görür.
Can odaya girer girmez mavi dosyayı eline alır ve tek tek sayfaları çevirerek gruplara bakar. En sonunda bir sayfada durur. "Seni bizim gruba alalım," diye gülümseyen Can'a bakan Kayra, bir şey demeden Can tekrar konuşur. "Bizim gruptan çıkan bazı arkadaşlar olmuş, o sebepten seni bizim gruba ekleyebiliriz. Ayrıca her grubun da kendine ait adları var. Bizim grubun adı da Umut Pusulası."
"Güzelmiş grubun adı ama neden bu isim?" Kayra merakla sordu.
"Umut Pusulası, topluma yol gösteren, umut veren bir grup. Grup başkanımız önermişti, bizim de çok hoşumuza gidince kabul etmiştik."
"Anladım."
Can, Umut Pusulası grubuna yeni bir üye olarak Kayra'yı eklerken bir taraftan da bilmesi gereken bilgileri söylüyordu. "WhatsApp grubumuza seni de eklerim ben. Yakın zamanda bir toplantı yaparız zaten. O zaman grubun geri kalan üyeleri ile de tanışırsın."
Kayra tam bir şey demek için konuşacakken odanın kapısı açılır ve hiç beklemediği o kişi içeri girer. Doruk, kapının önünde daha fazla dayanamamış ve odaya dalmıştı. Önce bakışları Kayra'nın üzerinde kaldı, adeta onu tartıyordu. Daha sonra Can'a döndü. Can işlerini bitirmiş dosyayı geri kaldırıyordu. "Hoş geldin başkan, bir şey mi lazımdı?"
Doruk, Kayra'ya kısa bir bakış atıp Can'a diktiği bakışlarıyla "Grup listesini almaya gelmiştim," dediğinde Can kaldırmakta olduğu listeyi çıkarıp Doruk'a uzattı. Doruk listeyi alırken kısa bir teşekkür etmiş, bakışlarını listede gezdirdiği sırada Kayra'nın adını görmüştü. Dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi.
Can, Kayra'ya hitaben, "Bu arada Umut Pusulası grubunun başkanı da Doruk oluyor," dediğinde Kayra şaşkınlık içerisinde Can'a bakarken Doruk Kayra'ya bir bakış atmıştı.
"Gerçekten mi ya?" diye sızlandığı vakitte Can daha bir şey diyemeden Doruk konuşmaya girmişti. "Beğenemediniz mi hanımefendi?" Sesi alaycıydı. Kayra kıstığı gözleriyle Doruk'a bakarak, "Beğenemedim beyefendi. Burada da çıktınız yine karşıma," dedi. Doruk alayla güldü. "Hatırlatırım hanımefendi, karşıma çıkan ilk sizdiniz. Hem de bir yağ reyonunda!" Kayra gözlerini devirmişti. Bu mevzu sürekli karşısına mı çıkacaktı? Sanki kaderin bir oyunu gibiydi.
Doruk, bakışlarını Can'a değdirip "Hanımefendi bizim grubu istemiyorsa başka gruba ekle kendisini," dedi. Elbette ki Kayra'nın başka gruba gitmesini istemiyordu ama Kayra onun olduğu bir grupta olmak istemeyerek başka gruba geçerdi lakin kendisi onun inadına giderse o gruptan çıkmak istese dahi sırf inadından duracaktı. En azından öyle olmasını umuyordu.
Kayra, Doruk'un dedikleriyle daha da sinirlenmişti. "Pardon sen kimsin de benim yerime karar veriyorsun?" Doruk'tan aldığı bakışlarını Can'a çevirdi. Can olanları şaşkınlıkla izlemekteydi, bu gerginliğe anlam veremiyordu. "Ben gruptan falan çıkmıyorum! WhatsApp grubuna da alırsın." Doruk'un yanından geçerek odadan çıkmıştı. Doruk oynadığı bu oyunun zaferle sonuçlanması üzerine kafasını yere eğmiş ve sızlanarak gülümsemişti.
"Siz tanışıyor musunuz?" Can sorduğu soruyu yine kendi cevaplayarak "ve anladığım kadarıyla hoş bir tanışma da olmamış," dediğinde kafasını yerden kaldıran Doruk, "Boş ver," demiş, elindeki grup listesini Can'a verip odadan çıkmıştı. Can ise daha yeni yaşanan durumu anlamlandıramayarak listeyi yerine kaldırıp odadan çıkış yapmıştı.
*
İstanbul'un akşamı, Boğaz'ın pırıltılı sularına serpilmiş yakamozlarla, şehri adeta büyülü bir sahneye dönüştürmüştü. Kızların evinde, Dicle'nin babasının anlattığı Diyarbakır'ın sıcak hikâyeleri üzerine genç kızların kahkahaları yankılanıyordu, neşe evin her köşesini doldurmuştu. Akşam yemeğinin ardından, demli çaylar yudumlanırken, sohbetin koyuluğu gecenin sessizliğini deliyor, her bir kelime havada asılı kalıyordu. Dicle'nin anne ve babası, yol yorgunluğuyla odalarına çekilirken, Ahsen'in heyecanlı sesi yükseldi: "Hava ne kadar güzel! Balkonda otursak, hem size anlatacaklarım var." Sesi, adeta bir çağrı gibiydi.
Kızlar, Ahsen'in davetine hemen icabet ettiler. Dicle ve Kayra, balkonda rahat bir ortam hazırlarken, minderleri düzeltip, küçük bir sehpaya mumlar yerleştirdiler. Naz ve Ahsen ise, mutfaktan kahve ve atıştırmalıklarla onlara katıldılar. İstanbul'un masalsı siluetine karşı kurulan bu sıcak sohbette, Ahsen'in yüzünde heyecan pırıltıları dans ediyordu; gözleri, anlatacaklarının heyecanıyla parlıyordu.
"Bugün hastanede, çiğköftecide karşılaştığım çocuk vardı ya, Semih... İşte o geldi," diye başladı Ahsen, sesi heyecanla titreyerek. Söylediği her kelime, yüreğindeki kelebeklerin kanat çırpışını ele veriyordu. "Bana kahve teklif etti, ama ben kabul etmedim. Biraz yavaş ilerlemek istiyorum." Temkinli bir kuş gibi, kanatlarını hemen açmak istemiyordu.
Arkadaşları, Ahsen'in bu temkinli yaklaşımını takdir ettiler, onu yüreklendiren sözlerle desteklediler. "İyi yapmışsın," dedi Dicle, başını sallayarak. "Acele etmeye gerek yok." Ahsen'in meselesi tatlıya bağlanınca, gözler Dicle'ye döndü. Ailesiyle geçirdiği vakti merak ediyorlardı. Dicle, İstanbul'u biraz dolaştıklarını, tarihi Sahaflar Çarşısı'nda eski kitapların kokusuna doyduklarını anlattı. Ardından, babasının camiye gittiği bir vakitte annesine Alp'ten bahsettiğini, annesinin de ona yol gösterici sözler söylediğini dile getirdi. Kızlar, Dicle'nin Alp'e karşı yumuşamasına sevinmişlerdi; bu, ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olabilirdi.
Ahsen, çekirdekten alırken, "Sen de durumlar ne doktor hanım?" diyerek kahvesini yudumlayan Kayra'ya pası atmıştı. Sesi, neşeliydi.
Kayra, elini havaya kaldırarak, "Bizim okul sosyal sorumluluk projesi adında bir proje yürütüyormuş," diye söze girdi. "Bu projede birçok grup var ve her bir grubun kendine ait isimleri var. Gruplar belirli zamanlarda toplanıp proje fikirleri üretiyor ve bunu Yakup hocaya sunup proje için çalışmalara başlıyorlarmış. Benim hoşuma gitti. Bugün üye oldum. Siz de mi katılsanız acaba?"
Ahsen diğer kızlardan önce konuşarak, "Olur bence ya, ben varım!" demiş, sesi coşkuluydu. Ardından Dicle ve Naz da onaylamıştı. "O zaman ben Can'a mesaj atayım da başka birilerini gruba almadan sizden bahsedeyim," dedi Kayra, telefonunu eline alıp Can'a durumu özetleyen bir mesaj attı. Akşam saatlerinde Can, Kayra'yı WhatsApp grubuna eklemişti. Telefonunu geri yanına bıraktı.
"Fakat kızlar, kaderin bir oyunu mu bilemiyorum ama bizim grubun başkanı Doruk'muş," dedi Kayra, sesi hafif bir sitemle doluydu.
Kayra, projenin başkanı olarak Doruk'un adını andığında, Dicle kahkahayı patlattı, sesi balkonun sessizliğini bozdu. Ahsen gülmemek için kendini zor tutarken, Naz durumu toparlamaya çalıştı. "O kadar da kötü bir durum değil," dedi, Kayra'yı teselli etmeye çalışarak, "Belki de iyi anlaşırız."
"Hııı, hiç kötü bir durum değil!" diyerek ters bakışlar atıyordu Dicle'ye ama Dicle onu takmadan Naz'a döndü. "Sen dökül bakalım şimdi de."
Naz, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle söze başladı. "Bugün kitap değişikliği için kütüphaneye gittim. Hamza ile karşılaştım ve biz yine bir kitap üzerine sohbet ettik. Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i üzerine konuştuk. Onun psikoloji ve edebiyat üzerine ne kadar derin düşündüğünü bir kez daha anladım."
Dicle, "Artık kitaplardan başka konulara da girseniz," diyerek araya girdi, sesi şakacıydı. Ahsen de Dicle'yi destekledi. "Sizin kitaplardan başka hobiniz yok mu? Onlardan konuşun."
"Haklısınız aslında. Kitapları ne kadar çok sevsem de bir yanım Hamza'yı daha yakından tanımak istiyor." Bakışlarını arkadaşlarında gezdirdi, gözlerinde bir soru vardı. "Ama bunu nasıl yapacağım? Nasıl konuşma başlatmam gerekiyor?"
Kayra, "Buluruz bir şeyler," dedi, sesi güven vericiydi. Dicle ve Ahsen de başlarıyla onayladılar.
İstanbul'un ışıkları altında, genç kızların kahkahaları ve samimi sohbetleri geceye sıcak bir melodi gibi yayılıyordu. Balkonun serin esintisi, genç kalplerin sıcaklığıyla dengeleniyordu. Her biri, kendi hikâyelerinin bir sonraki bölümüne doğru ilerlerken, dostluğun ve paylaşımın gücüyle birbirlerine destek oluyorlardı. Gelecek, tıpkı İstanbul'un ışıltıları gibi belirsiz ama bir o kadar da umut vaat ediyordu.
4: "Hayatın beklenmedik fısıltıları, her vedanın ardında yeni bir başlangıç, her mücadelenin içinde gizli bir zafer tohumu taşır."
İstanbul, yeni bir güne uyanırken, Boğaz'ın esintisi şehrin ruhunu okşuyordu. Üniversite koridorlarında yankılanan ayak sesleri, genç zihinlerin yeni başlangıçlara duyduğu heyecanı fısıldıyordu. Can, önceki akşam Kayra'dan aldığı listeyi tamamlamış, kızları da sosyal sorumluluk projesi grubuna dahil etmişti. Öğleden sonraki ilk toplantı için heyecan doruktaydı.
Proje odası, henüz dolmamış olsa da, havada beklenti ve hafif bir gerginlik vardı. Kısa süre sonra, Doruk, grup başkanı olarak odaya girdi. Bakışları, masanın etrafında toplanmaya başlayan yüzlerin üzerinde gezindi. Can, Kayra, Ahsen, Dicle, Naz, Hamza ve diğer iki erkek arkadaş da yerlerini almıştı. Odadaki enerji, görünmez bir el tarafından yönetiliyormuş gibi yükseliyordu.
Toplantı, Doruk'un sert ama kararlı sesiyle başladı. "Hepiniz hoş geldiniz. Grubumuzun adı, bildiğiniz gibi Umut Pusulası. Amacımız, toplumumuza yön verecek, umut olacak projeler üretmek." Gözleri Kayra'nın üzerinde kısa bir an takılı kaldı, yüzünde hafif bir meydan okuma vardı. Kayra, bu bakışı hissetmiş gibi, içten içe bir öfke kabarmıştı.
Proje fikirleri tartışılırken, Kayra'nın keskin zekâsı hemen kendini gösterdi. "Öncelikle," dedi, sesi netti, "projenin hedef kitlesini belirlemeli ve ihtiyaç analizini iyi yapmalıyız. Yoksa havanda su dövmüş oluruz."
Doruk, Kayra'nın sözlerine alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Haklısın hanımefendi, siz bu konularda epey tecrübeli görünüyorsunuz. Sanırım o yüzden ilk öneriniz bu kadar 'temel' oldu."
Kayra'nın gözleri kısıldı. "Beyefendi," dedi, sesi buz gibiydi, "temeller sağlam atılmazsa, binalar çöker. Sizin gibi sadece yüksek katlara bakanlar, zemini görmezden gelirler."
Odada hafif bir fısıltı yayıldı. Ahsen ve Dicle, bakışlarıyla Kayra'ya destek verirken, Naz bu gerginliği nasıl yumuşatacağını düşünüyordu. Hamza ise sessizce Kayra'nın zekâsına hayranlık duyuyordu.
Diğer grup üyelerinden biri olan Mehmet sessizliği bozarak araya girdi: "Arkadaşlar, sakin olalım. Fikirlerimizi yapıcı bir şekilde tartışmalıyız." Can da, gülümseyerek, "Evet, sonuçta hepimiz aynı gemideyiz. Gemiyi batırmayalım değil mi?" diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştı.
Bu müdahaleyle birlikte gerginlik biraz azalsa da, Kayra ve Doruk arasındaki latifeler devam etti. Bir ara Kayra, "Sizin bu kadar organize olduğunuzu bilseydim, belki daha farklı davranırdım," diye takıldı. Doruk da geri kalmadı: "Ben de sizin bu kadar 'pratik' düşündüğünüzü bilseydim, belki siz yağ reyonunda yalnız bırakmazdınız." Odada kahkahalar yükseldi. Gerginlik, yerini samimi bir espri ortamına bırakmıştı. Doruk, Kayra'nın keskin zekasını ve eleştirel düşünme yeteneğini, Kayra ise Doruk'un liderlik vasıflarını ve projeler konusundaki bilgisini hayranlıkla fark ediyordu; zıt kutuplar birbirini çekmeye başlamıştı sanki.
Toplantı, farklı fikirlerin harmanlanmasıyla verimli geçti. Birkaç potansiyel proje üzerinde uzlaşıldı ve bir sonraki buluşmaya kadar görev dağılımı yapıldı. Toplantı bitiminde, herkes odadan ayrılırken, Hamza Naz'a doğru yaklaştı.
"Naz," dedi, sesi yumuşaktı, "Kitap kritiği nasıl gitti sence? Seninle sohbet etmek çok keyifliydi."
Naz gülümsedi. "Ben de çok keyif aldım Hamza. Senin o kitaptaki detayları analiz edişin ve farklı bakış açıların beni çok etkiledi."
Hamza hafifçe öne eğildi. "Peki, bu keyifli sohbeti bir kahve eşliğinde devam ettirmek ister misin? Yakınlarda çok güzel, sakin bir kafe var."
Naz'ın kalbi bir an duracak gibi oldu. Yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. "Çok sevinirim!" Arkadaşlarına döndü, gözleriyle onlara kısa bir açıklama yaptı. Dicle, Ahsen ve Kayra, Naz'ın gözlerindeki ışıltıyı anlamışlardı. Naz'ın yanından ayrıldılar. Naz da Hamza ile birlikte üniversitenin yakınlarındaki sakin ve güzel bir kafeye doğru yol aldılar.
Kafenin sıcak atmosferinde, tatlı ve çay eşliğinde yeni bir kitap üzerine sohbet döndürdüler. Bu sefer konu, modern toplumda kadın ve erkek ilişkileri, bireyin kendi değer yargılarını oluşturmadaki zorluklar ve toplumsal rollerin birey üzerindeki etkisiydi. Hamza'nın derin analizleri, Naz'ın ise duygusal yorumları, sohbeti zenginleştiriyordu. Tartışırken, birbirlerinin fikirlerine saygı duyuyor, bazen tatlı atışmalarla farklı bakış açılarını ortaya koyuyorlardı. Zamanın nasıl aktığını anlamadılar bile. Sohbetin bitimiyle, Naz cesaretini toparladı ve Hamza'ya dönerek, "Bugün çok keyifliydi. Belki başka bir gün yine böyle güzel bir sohbet için kahve içmeye geliriz?" diye davette bulundu. Hamza, flörtöz bir gülümsemeyle, "Bu teklife nasıl hayır diyebilirim ki? Elbette, bir sonraki 'kitap kritiği'ni sabırsızlıkla bekliyorum," diyerek bu durumu kabul etti. Naz'ın kalbi, mutlulukla dolup taşıyordu.
Öte yandan Ahsen, üniversitenin kampüsünde, ders yorgunluğunu atmak için sessiz ve sakin bir yer arıyordu. Adımları, onu yeşilliklerle çevrili, kuş seslerinin duyulduğu bir köşeye götürdü. Orada, banklardan birinde oturmuş, yalnız başına bir siluet gördü. Yaklaştıkça, bu kişinin Semih olduğunu fark etti. Ahsen, Semih'in her yerde karşısına çıkmasından dolayı hafifçe gülümserken, onun kiminle konuştuğunu merak etti. Biraz daha görüş açısına girdiğinde, Semih'in kucağında küçük, tüylü bir dostun olduğunu gördü. Semih, bir kediyle sohbet ediyordu.
Kediyi okşuyor, ona nazikçe fısıldıyor, hatta cebinden çıkardığı kedi mamasını usulca veriyordu. Ahsen, Semih'in bu farklı, duyarlı yönünü keşfetmişti. Bu durum, onun hoşuna gitmişti. Genç adamın flörtöz kabuğunun altında, böylesine şefkatli bir ruhun yatması Ahsen'i etkilemişti. İyice yanına yaklaştı ve Semih de onu fark etti.
Ahsen, Semih'e şakalaşarak takıldı. "Vay, Semih Bey, demek kedilerle dertleşiyorsunuz? Benimle sohbet etmek yerine."
Semih, Ahsen'i görünce şaşırdı, ama hemen toparladı. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. Kucağındaki kediyi nazikçe Ahsen'e doğru uzattı. "Belki de sizinle dertleşmek için bu minik dostumdan yardım alıyorumdur. Almak ister misin?"
Ahsen, ani bir refleksle geriye kaçtı. Yüzünde korkuyla karışık bir ifade vardı. "Hayır! Hayır, sakın yaklaşma!" Ahsen'in bu tepkisiyle Semih, onun kedilerden korktuğunu fark etti. Gözlerinde şaşkınlık ve ardından tatlı bir tebessüm belirdi.
"Vay canına, demek ki her yiğidin bir kusuru varmış," diye takıldı Semih, sesi şakacıydı. "Bir çiğ köfteye tav olmayan diş hekiminin, minicik bir kediden korktuğunu da görmüş olduk."
Ahsen, yüzü kızararak, "Saçmalama! Herkesin fobisi olabilir," dedi. "Senin burada ne işin var ayrıca? Ve neden kedilerle konuşuyorsun?"
Semih güldü. "Siz benim bu üniversitede okuduğumu bilmiyor muydunuz Ahsen Hanım? Bu kedi de kampüsün kedisi, ona mama vermeye geldim."
Ahsen, "Ne? Bu üniversitede mi okuyorsun? Hiç söylemedin ki!" dedi şaşkınlıkla.
Semih, gözlerini hafifçe kısarak, "Siz benimle düzgünce konuşmaya tenezzül etseydiniz, belki bilirdiniz," diye ima etti. Bu sözler, Ahsen'i hafifçe utandırdı. Semih, kediyi tekrar yere bıraktı, kedi ayaklarının etrafında dolanmaya devam ediyordu. Ahsen'e, biraz ilerilerinde kalan boş bankta oturmayı teklif etti. Bu sefer, Ahsen kendini şaşırtıcı bir şekilde bu teklifi kabul ederken buldu.
Banka oturdular ve aralarında tatlı bir sohbet döndü. Semih, bu kez daha az flörtöz, daha çok samimi bir tonla konuştu. Ahsen, onun kampüsteki projelerinden, veterinerlik fakültesindeki derslerinden bahsettiğini dinlerken, Semih'in sadece esprili ve yılışık değil, aynı zamanda hedefleri olan, duyarlı bir genç olduğunu fark etti. Ahsen, ona karşı ördüğü duvarların yavaş yavaş yıkıldığını hissetti. Bu beklenmedik karşılaşma, onların ilişkilerinde yeni bir sayfa açıyordu.
Güneş, İstanbul Üniversitesi'nin tarihi binalarının üzerine nazikçe düşerken, hukuk fakültesinin koridorlarında ders aralarının uğultusu yankılanıyordu. Dicle, elindeki kalın hukuk kitabını sıkıca tutmuş, derin düşüncelerle kütüphaneye doğru ilerliyordu. Zihni, az önce biten dersin karmaşık hukuki terimleriyle doluydu, ancak kalbinin bir köşesinde, geçen akşam annesiyle yaptığı sohbetin sıcaklığı vardı. Alp, onun için sadece bir kahve dökme macerası ya da tesadüfi çarpışmalardan ibaret değildi; Alp, Dicle'nin sert kabuğunun ardındaki naif ruhuna dokunan, farklı bir pencere aralamıştı.
Kütüphanenin girişindeki geniş avluya adım attığında, adımları birden yavaşladı. Gözleri, avludaki banklardan birinde oturan, sırtı kendisine dönük o tanıdık silueti yakaladı. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Bu, Alp'ten başkası değildi. Elinde bir eskiz defteri vardı ve başını hafifçe eğmiş, sayfaların üzerine titizlikle bir şeyler çiziyordu. Güneşin ışıkları, kumral saçlarının arasına süzülüyor, ona masalsı bir hava katıyordu. Dicle, sanki bir ressamın tablosuna tanık oluyormuş gibi, bir an duraksadı ve Alp'in sanatsal anına tanıklık etti.
Dicle, adımlarını Alp'in oturduğu banka doğru yöneltti. Yüreği, her adımda biraz daha hızlanıyordu. Yanına vardığında, sesinin titreyeceğinden korksa da, içinden gelen sıcak bir tebessümle, "Kolay gelsin, ne çiziyorsun?" diye sordu.
Alp, Dicle'nin sesini duyunca aniden başını kaldırdı. Gözlerinde kısa süreli bir şaşkınlık belirdi, ardından yüzüne o içten gülümsemesi yayıldı. "Dicle! Seni burada görmek ne güzel bir sürpriz. Hoş geldin." Eskiz defterini kapatmadan, Dicle'nin görmesi için hafifçe çevirdi. "Aslında," dedi, sesi yumuşaktı, "bir süredir üzerinde çalıştığım bir şey var. Hukuk fakültesinin bu tarihi binasını çiziyordum. Özellikle de şu avludaki eski çınar ağacını... Ne kadar çok şeye tanıklık ettiğini düşündükçe, bana ilham veriyor."
Dicle, deftere yaklaştı. Alp'in çizgileri, binanın her bir detayını, çınar ağacının her bir kıvrımını öylesine gerçekçi yakalamıştı ki, Dicle adeta çizimdeki ruhu hissediyordu. "Vay canına, gerçekten çok yeteneklisin," dedi hayranlıkla. "Hiç böyle bir yeteneğin olduğunu düşünmezdim." Sesi, samimiyetle doluydu.
Alp güldü, sesi kampüsün huzuruna karıştı. "Ben de senin bu kadar soğuk bir hukuk öğrencisi olmadığını düşünmezdim, ama sanırım hepimiz birbirimizi yeniden keşfediyoruz." Bu sözler, Dicle'nin yüzünde hafif bir kızarıklık belirmesine neden oldu. Alp, defteri tamamen kapattı ve yanındaki boş yere işaret etti. "Oturmak ister misin?"
Dicle, başını sallayarak yanına oturdu. Güneşin sıcaklığı, ikisinin de üzerine nazikçe vuruyordu.
"Peki, nereye böyle?" diye sordu Alp, sesi meraklıydı.
Dicle gülümsedi. "Dersim bitti, kütüphaneye geliyordum. Ama senin bu sanatsal uğraşını görünce, merak ettim." Sonra duraksadı, aklına gelen bir fikirle. "Aslında bu çizdiğin çınar ağacı... Benim Diyarbakır'daki evimizin bahçesinde de böyle yaşlı bir dut ağacı vardı. Babam hep derdi ki, 'Bu ağaç, nesillerin hikâyelerini dinledi, nice sırları sakladı.'"
Alp'in gözleri parladı. "Gerçekten mi? Ne kadar ilginç. Sanırım ağaçlar, biz insanlardan daha fazlasını bilir. Onlar, zamanın ve yaşamın sessiz tanıkları." Sesi, derin bir düşünceyle doluydu. "Peki sen, Diyarbakır'ın o yaşlı ağaçlarının yanında, hukuk okumak için nasıl geldin buraya? Bu büyük şehir seni hiç bunaltmadı mı?"
Dicle'nin gözleri uzaklara daldı, anıları canlanmıştı. "Babamın hayaliydi," dedi, sesi hafifçe titredi. "Onun hep söylediği bir söz var: 'Git, oku. Bu ülkeye, bu millete faydan dokunacak işler yap!' Ben de ona bu sözü verdim. Adaletin peşinden gitmek, kadınların gücü, mazlumların sesi olmak istiyorum." Sözleri, inançla doluydu. "Bazen, evet, bunalıyorum. Özellikle de o kalabalıklar, o sonsuz koşuşturmaca... Ama sonra kendime babamın sözlerini hatırlatıyorum. Ve bir de İstanbul'un bana sunduğu bu farklı güzellikler var."
Alp, Dicle'nin samimiyetinden etkilenmişti. "Çok güçlü bir neden. Ve çok güzel bir hedef. Bence sen başaracaksın. Zaten sendeki o kararlılık, o azim..." Sözleri, Dicle'ye iltifat niteliğindeydi. "Peki, İstanbul'un sana sunduğu güzellikler derken, mesela neyden bahsediyorsun?"
Dicle hafifçe gülümsedi. "Mesela, Boğaz'ın o eşsiz manzarası... Özellikle akşam ezanının sesiyle birleşince, ruhumu dinlendiriyor. Ya da Sahaflar Çarşısı'nda eski kitapların kokusuna dalmak... Her biri ayrı bir dünya."
Alp, başını salladı. "Anlıyorum. İstanbul, gerçekten de ruhu olan bir şehir. Her köşesinde ayrı bir hikaye, ayrı bir güzellik saklı."
Sohbetleri, sanat ve adalet üzerine derinleşirken, kampüsün telaşı etraflarından akıp gidiyordu. Alp, Dicle'nin sadece hukuk derslerine odaklı bir öğrenci olmadığını, aynı zamanda derin bir duyarlılığa ve kültürel birikime sahip olduğunu fark ediyordu. Dicle ise Alp'in sadece bir ressam veya mimar adayı olmadığını fakat okuduğu mühendislik bölümüne rağmen de böyle bir yeteneği olmasını, aynı zamanda düşünceli, duyarlı ve sanatsal bir ruha sahip olduğunu gördü. Aralarındaki görünmez bağ, her geçen dakika daha da sağlamlaşıyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Güneş batmaya başlarken, avluya sarımtırak bir ışık yayıldı. Alp, eskiz defterini tekrar açtı ve deftere son dokunuşlarını yaptı. "Belki bir gün Diyarbakır'daki o dut ağacını da çizerim," dedi, gözleri Dicle'nin gözlerine kenetlenmişti. "Tabii, eğer sen bana rehberlik edersen."
Dicle'nin kalbi bir kez daha hızlandı. "Neden olmasın?" dedi, sesi fısıltı gibiydi. "Belki de bir gün..."
Banka oturdukları yerden kalktılar. Dicle, kütüphaneye gitme amacını unutmuştu bile. Alp'in çizimlerinden ve derin sohbetlerinden aldığı ilham, ona bir kitaptan çok daha fazlasını vermişti. İkisi de, kampüsün huzurlu atmosferinden ayrılırken, birbirlerinin hayatına yeni bir renk katacaklarının farkındaydılar. Bu karşılaşma, sadece bir tesadüf değil, aynı zamanda iki farklı ruhun uyumlu dansının başlangıcıydı.
*
İstanbul'un koşturmacası, üniversitenin zihni yoran temposu, gün batımının kızıl tonlarıyla birlikte yerini huzura bırakıyordu. Dicle, Ahsen, Naz ve Kayra, günün yorgunluğunu atmak üzere, Boğaz'ın esintileriyle serinleyen yuvalarına doğru yol alıyorlardı. Kapıdan içeri adım attıklarında, burunlarına dolan o eşsiz koku, tüm yorgunluklarını bir anda alıp götürdü. Diyarbakır'dan gelen, buram buram memleket kokan yemeklerin büyüsü sarmıştı evi.
Dicle'nin annesi, Gülizar Hanım, kızlar eve gelmeden önce mutfakta adeta bir şölen hazırlamıştı. Elleriyle yoğurduğu, her bir tanesinde memleket sevgisi saklı olan içli köfteler, altın sarısı rengiyle parlıyordu. Yavaş yavaş pişen Diyarbakır güveci, baharatların dansıyla iştah açıcı kokular yayıyordu. Yanında ise, bol tereyağlı, tane tane bulgur pilavı ve rengarenk, taptaze bir salata vardı. Mutfak, Gülizar Hanım'ın şefkatli elleriyle, bir lezzet atölyesine dönüşmüştü.
Kızlar, mutfağa girdiklerinde, Gülizar Hanım'ın sıcak gülümsemesiyle karşılaştılar. "Hoş geldiniz güzel yavrularım, gününüz nasıl geçti bakalım?" sesi, pamuk gibi yumuşaktı.
"Anneciğim, ellerine sağlık! Bu ne güzel kokular böyle, bayılacağım şimdi," dedi Dicle, annesine sarılarak. Diğer kızlar da Gülizar Hanım'ı kucakladı, gözleri masadaki enfes yemeklere kaymıştı bile.
"Gülizar Teyze, resmen Diyarbakır'ı buraya taşımışsınız! Midem bayram edecek," dedi Ahsen, heyecanla.
"Ooo, ben şimdiden kendimi Diyarbakır sokaklarında hissediyorum," diye ekledi Naz, derin bir nefes alarak.
Kayra da, "Ellerine sağlık Gülizar teyze" dedi.
Gülizar Hanım, kızlarının bu samimiyetine içtenlikle gülümsedi. "Hadi hadi, yorgunluğunuzu atın önce, sonra sofraya. Azad Amcanız da gelsin." Kısa süre sonra Dicle'nin babası, Azad Bey de yanlarına katıldı. Sofraya oturulduğunda, şen kahkahalar ve tatlı sohbetler eşliğinde yemekler yenmeye başlandı.
Azad Bey, içli köfteden bir ısırık aldıktan sonra gözlerini kapattı. "Ah Gülizar, ellerine sağlık. Bu lezzetlere diyecek yok."
Gülizar Hanım, tebessümle karşılık verdi. "Afiyet şifa olsun inşaallah"
Dicle, ailesinin bu sıcak anlarına tanıklık etmekten mutluydu. "Annem, babam, iyi ki geldiniz," dedi.
Ahsen, ağzı doluyken, "Gülizar Teyze, bu içli köftelerin tarifini alsam da sonra kendim yapmaya çalışsam?" diye sordu. Kızların hepsi Ahsen'e baktılar. Bu bakışları gören Ahsen, "yani tarifi alalım da ben yapmasam da olur. Kızlardan biri yapar" dedi.
Gülizar Hanım, tebessümle "Elbette kızım, seve seve veririm. Yeter ki siz isteyin, Hatta ben yapar yapar kargoyla da gönderirim" dedi.
Yemek boyunca, memleket anıları, komik çocukluk hikayeleri anlatıldı. Azad Bey, Diyarbakır'ın tarihi hakkında kısa bilgiler verdi, kızlar da hayranlıkla dinledi. Sofrada oluşan bu sıcak atmosfer, aile olmanın ve dostluğun en güzel örneklerinden biriydi.
Yemekler bittikten sonra, hep birlikte sofrayı toplamışlar, mutfak pırıl pırıl olmuştu. Azad Bey, yorgunluğunun olduğunu söyleyerek erken yatmaya karar vermiş, Gülizar Hanım da ona eşlik etmişti. Salonun loş ışığında, kızlar çaylarını yudumlarken, günün ve okulun getirdiği konuları konuşmaya başladılar. Naz'ın odasından kedinin mırıltıları duyuluyordu, minik misafirleri de artık evin bir parçasıydı.
"Bugün proje toplantısında neler oldu öyle?" diye sordu Dicle.
Kayra, elindeki bardağı bırakıp derin bir nefes aldı. "Ah, bu çocuk beni sinir ediyor. Bugünkü davranışları sırf bana inadındandı bence." Yüzünde hafif bir sinir vardı. "Fikirlerimi eleştirirken laf sokmalar, atışmalar... Sinirlerimi bozdu."
Ahsen kahkahayı bastı. "Cidden ya! Ateşle barut gibiydiniz."
"Ama itiraf etmeliyim, ne kadar gıcık olsa da, liderlik vasıfları ve projeler konusundaki bilgisi iyi. Beklemiyordum açıkçası," dedi Kayra, sesinde hafif bir takdir vardı.
Naz, gülümseyerek araya girdi. "Ne derler, zıt kutuplar birbirini çeker."
Dicle, başını salladı. "Katılıyorum"
Kayra, kızların bu yorumuna sessiz kaldı.
Ahsen, gözleri parlayarak, "Semih ile bugün kampüste karşılaştım"
Kayra ve Dicle aynı anda, "Nasıl yani?" diye sordu.
Ahsen heyecanla anlatmaya başladı. "Kampüste sessiz sakin bir yerde oturuyordu. Önce kiminle konuştuğunu anlamadım, sonra bir de ne göreyim, bir kediyle! Kediyi okşuyor, mama veriyor, resmen sohbet ediyordu. Şaşırdım. Yaklaştım, takıldım ona. O da kediyi kucağına alıp bana uzatmaz mı? Ben de refleksle geri kaçtım, malum fobim..." Ahsen gözlerini devirdi. "Böylece kedilerden korktuğumu öğrendi. Sonra tatlı tatlı takıldı bana. Meğer bu üniversitede okuyormuş, hem de biliyorsunuz ki konservatuar da. Ben ona 'Neden söylemedin?' dedim, o da 'Sen benimle düzgünce konuşmadın ki,' diye ima etti."
Dicle, Ahsen'in hikâyesine kahkahalarla güldü. "Vay be, Semih'in kedili ve romantik bir tarafı da varmış! Neyse, kabul ettin mi kahve teklifini?"
"Kahve değil, bankta oturup sohbet etme teklifini," dedi Ahsen, yanakları hafifçe kızararak. "Ve evet, kendimi kabul ederken buldum. Beklemediğim bir sohbetti. Sadece o flörtöz hali değilmiş, derin düşünebilen bir yanı da varmış."
Sıra Naz'a geldi. "Benim hikayem daha 'kitaplı' galiba," diye gülümseyerek başladı. "Toplantıdan sonra Hamza ile karşılaştık. Beni bir kafeye davet etti, gittik. Yeni bir kitap üzerine sohbet ettik, yine. Ama bu sefer sadece kitap değil, kadın-erkek ilişkileri, toplumsal roller... Çok derin konulara girdik. Ve sonunda..." Naz'ın sesi heyecanla titredi, "Cesaretimi toplayıp onu başka bir gün kahve içmeye davet ettim, o da kabul etti!"
Dicle'nin gözleri parladı. "İnanmıyorum Naz! Sonunda bir adım attın! Helal olsun sana!"
Kayra ve Ahsen de sevinçle Naz'ı alkışladılar. "Aferin bize! Herkesin hayatında güzel gelişmeler var," dedi Kayra. "Dicle, Alp ile ne oldu peki?"
Dicle tebessüm etti. "Bugün hukuk fakültesinin avlusunda karşılaştık. Eskiz defterine bizim fakültenin binasını çiziyordu, çok yetenekli. Sonra sohbet ettik. Diyarbakır'daki çocukluğumdan, babamın hayallerinden bahsettim. O da çok duyarlı ve anlayışlı biri olduğunu gösterdi." Dicle'nin sesi, Alp'e duyduğu hayranlığı ele veriyordu. "Sanırım o sadece bir mühendis adayı değil, aynı zamanda düşünceli ve sanatsal bir ruha sahip. Annemle konuştuktan sonra onunla konuşmak daha rahat hissettirdi."
Gece ilerledikçe, salonun loş ışığı altında çaylar tazelendi, sohbetler daha da koyulaştı. Her biri, kendi dünyasındaki yeni adımları, kalplerindeki heyecanları ve zihinlerindeki soru işaretlerini birbirleriyle paylaştı. Yarın Dicle'nin anne ve babası gidecekti, ama onların bıraktığı sıcaklık ve kızların birbirine verdiği destek, İstanbul'daki bu küçük yuvanın her zaman parlamasını sağlayacaktı. Şehrin ışıkları dışarıda parıl parıl yanarken, bu dört genç kızın dostluğu, gecenin en parlak yıldızı gibiydi.
*
İstanbul, şafağın ilk ışıklarıyla nazlı nazlı uyanırken, Boğaz'ın serin rüzgarı evin pencerelerinden içeri süzülüyordu. Günün erken saatleriydi ve evin içinde hüzünle karışık bir hareketlilik vardı. Dicle'nin annesi Gülizar Hanım ve babası Azad Bey, Diyarbakır'a dönmek üzere hazırlıklarını tamamlamışlardı. Bavulların sesi, koridorda yankılanırken, kızların yüzünde tatlı bir hüzün belirmişti.
Gülizar Hanım, her bir kıza tek tek sarıldı. Önce Dicle'yi, sonra Ahsen'i, Kayra'yı ve Naz'ı şefkatle kucakladı. "Kendinize iyi bakın güzel yavrularım. Hiçbir şeyden çekinmeyin, birbirinize her zaman destek olun," sesi titriyordu. Ahsen'in yanaklarına öpücük kondururken, "Sen de Diyarbakır'a gelmeyi unutma sakın, sana içli köfte yaparım," diye fısıldadı. Kayra'ya sarılırken, "Sen de o projelerde başarılı olacağına eminim kızım," dedi, gözlerinde gurur vardı. Naz'ın saçlarını okşarken, "Kitaplarını ihmal etme, hayatı kitaplarla daha güzel anlarsın," diye ekledi.
Azad Bey de, kızlara babacan bir şekilde sarıldı. "Hadi bakalım, hukukçu Dicle'm, doktor Kayra'm, edebiyatçı Naz'ım ve dişçi Ahsen'im... Türkiye'nin geleceği sizlersiniz. Başaracağınıza eminim." Her birinin omzuna dokundu, gözlerinde sevgi ve güven vardı.
Vedalaşma anı, her ne kadar hüzünlü olsa da, Gülizar Hanım'ın son sözleriyle tatlı bir umuda dönüştü: "Yakında yine gelirim ben, merak etmeyin. Siz de Diyarbakır'a bekliyorum." Dicle'nin anne ve babası, kapıdan çıkarken son bir kez el salladılar. Ardlarından kapanan kapı, evin içindeki sessizliği daha da belirginleştirdi. İstanbul, bu kez hüzünlü bir veda rüzgarına şahitlik ediyordu.
Evin içinde kısa süreli bir sessizlik hüküm sürdü. Dicle, gözleri nemli bir şekilde kapıya bakarken, Ahsen'in neşeli sesi bu sessizliği bozdu. "Dışarıda güzel bir kahvaltıya ne dersiniz? İstanbul'un tadını çıkaralım!" Ahsen'in enerjisi, ortamın kasvetini dağıtmaya yetmişti.
Bu fikir, kızların yüzünde birer gülümseme yarattı. "Harika fikir Ahsen!" dedi Kayra. "Bana uyar!" Dicle ve Naz da hemen onayladı. Kısa sürede hazırlanıp evden çıktılar. İstanbul'un sabah serinliği, onları kucaklarken, yeni bir günün maceralarına doğru ilerliyorlardı.
İstanbul'un tarihi Kuzguncuk semtinde, Boğaz'a nazır şirin bir kafede yer buldular. Masaları, denizin ve gökyüzünün sonsuz maviliğine bakıyordu. Kuş sesleri, martı çığlıkları, hafif bir esintiyle karışıp ruhlarını okşuyordu. Taze demlenmiş çayın kokusu, mis gibi peynir çeşitleri, zeytinler, rengarenk reçeller ve simitler... Soğuk masası, adeta bir görsel şölen sunuyordu.
"Oh be, resmen cennet!" dedi Ahsen, derin bir nefes alarak. "Bence bu kahvaltı bize çok iyi geldi"
Dicle, tebessümle çayından bir yudum aldı. "Evet, gerçekten iyi geldi. Annemlerin Diyarbakır'a sağ salim varmasını bekleyelim de, içimiz rahat etsin."
Kayra, simidinden bir parça koparırken, "Şimdi tüm gün hastaneyi çekeceğim. Allah'tan bölümümü seviyorum yoksa işkence gibi gelirdi bu durum bana" dedi.
Naz, gülümseyerek yanıtladı. "Kesinlikle, insan istediği ve sevdiği işi yapınca etrafına iyi şekilde katkıda bulunabiliyor"
"Hak veriyorum Türkçeçiye," diye. Ahsen'e gözlerini devirdi Naz. Dicle, ekmeğine reçel sürerken, "bir de tamamen mesleğimizi elimize alıp gerçekten bir şeyleri başardığımızı gördüğümüz o an daha farklı olacağına inanıyorum" dedi. Kızlar da onu onayladı.
Kayra, kahvaltılıklardan alırken, "Arkadaşlar, ben bu Doruk ile ne yapacağım ya? İnadına gruptan çıkmak istemiyorum ama sürekli de böyle atışarak olmaz ki" diye dertlendi. "Yani, tamam zeki falan ama o kadar inatçı ki! Her şeyi kendi bildiği gibi yapmaya çalışıyor."
"Doğru" dedi Ahsen. "Onun söylemleri, sen de altta kalmazsın Kayra, bu konu hakikaten sıkıntılı"
Naz, "aslında orta yolu bulsanız konuşsanız" diye fikir sunarken Dicle de Naz'ı onayladı. "Bence de öyle, siz inada bindirdiniz işi ama bu böyle devam etmez. Bir de ortak çalışma durumunuz var."
Sohbet, okulun derslerine, gelecekteki kariyer planlarına ve elbette yeni başlayan bu flörtlere uzandı. Birbirlerine destek olurken, kahkahalar Boğaz'ın üzerinde yankılanıyordu. Her biri, kendi yolculuğunda ilerlerken, dostluklarının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlıyordu.
4: II
Kahvaltının ardından, vakit ilerlemiş, herkes kendi yönüne gitmek üzere vedalaşmıştı. Ahsen ve Kayra, hastanedeki stajları için Anadolu yakasındaki büyük bir üniversite hastanesine doğru yola çıktılar. Beyaz önlükleri, geleceğin doktorları olma yolunda attıkları adımları simgeliyordu. Hastanenin yoğun koridorları, her zamanki gibi kalabalık ve telaşlıydı. Acil servisten gelen siren sesleri, sürekli bir hareketliliği işaret ediyordu.
Kayra, bugün nöbetçi olduğu için daha gergin hissediyordu. "Umarım sakin bir gün olur," diye mırıldandı.
Ahsen, omuz silkti. "Tıp fakültesinde 'sakin gün' diye bir şey yoktur Kayra, bilirsin. Ama neyse ki biz diş hekimliği kısmındayız, daha az travma görüyoruz."
Tam o sırada, Kayra'nın telefonu çaldı. Arayan, hastanenin Acil Tıp bölümünden kıdemli bir asistandı. Kayra'nın yüzü bembeyaz oldu, gözleri irileşti. Telefonu kapatır kapatmaz, Ahsen'e döndü. "Ahsen... Acil serviste bir kaza vakası gelmiş. Çok kötü... Ve benden yardım istiyorlar. Nöbetçi asistanlardan biri gelememiş."
Ahsen, Kayra'nın yüzündeki endişeyi görünce kaşlarını çattı. "Ama Kayra, acil müdahalelere bu kadar erken dâhil olman..."
"Yapmam lazım Ahsen. Deneyim kazanmak için bu fırsatları kaçırmamam gerek," dedi Kayra, sesi kararlıydı. İçinde bir korku olsa da, doktorluk yemini ağır basıyordu. "Sen diş bölümüne git, ben acile geçiyorum."
Kayra, hızla acil servisin yoğunluğuna doğru koşarken, kalbi deli gibi atıyordu. Koridorların sonundaki kırmızı ışıklı tabela, onu daha da hızlanmaya çağırıyordu. İçeri girdiğinde, kaosun ortasına düştü. Sedye üzerinde kanlar içinde yatan bir adam, etrafta koşuşturan hemşireler ve doktorlar... "Doktor Kayra geldi!" sesi yankılandı. Kayra, derin bir nefes alıp beyaz önlüğünü daha sıkı tuttu. Bu, sadece bir staj değil, gerçek bir hayatta kalma mücadelesiydi.
Yorumlar